Выбрать главу

“Sevgili Emma, şimdi artık cinayeti duyup da öldürülen kadının Edmund’un tanıdığı Martine olduğunun düşünüldüğünü öğrenince niçin hemen size gelip gerçeği anlatmam gerektiğini anlıyorsunuzdur. Bunu ikimizden birinin polise söylemesi gerekiyor. Maktul her kimse, Martine olmadığı kesin!”

“Bir türlü inanamıyorum” dedi Emma. “Demek sevgili Edmund’un bahsettiği Martine sizsiniz.” İçini çekerek başını salladı. Sonra şaşkınlık içinde alnını kırıştırdı. “Yalnız bir şeyi anlamadım. Bana mektup yazan siz değil misiniz?”

Lady Stoddart-West hızla başını iki yana salladı.

“Hayır. Hayır. Tabi ki yazmadım.”

“Öyleyse…” Şaşkınlıktan Emma’nın dili tutulmuştu.

“Öyleyse birisi kendini Martine olarak tanıtarak, sizden para koparmayı amaçlıyordu. Durum böyle olmalı. Peki ama bu kim olabilir?”

Emma usulca, “Öyleyse o zaman olanları bilen birileri var.”

Lady Stoddart-West omuzlarını silkti. “Herhalde öyle. Ama hiç yakın arkadaşım yoktu; kimse de bana bunları bilecek kadar yakın değildi. İngiltere’ye geldikten sonra da hiç kimseye başımdan geçenleri anlatmadım. Peki ama bu kişi niçin bu kadar uzun süre beklemiş olabilir ki? Bütün bunların hiçbir anlamı yok.”

“Hiçbir şey anlamıyorum” dedi Emma. “Müfettiş Craddock’un bu konuda ne düşündüğünü öğrenmeliyiz.” Konuğuna sevgiyle baktı. “Sizi sonunda tanımış olmaktan o kadar mutluyum ki, canım!”

“Ben de… Edmund sizden o kadar sık bahsederdi ki! Sizi çok seviyordu. Yeni yaşamımda çok mutluyum ama yine de o günleri asla unutmayacağım.”

Emma arkasına yaslanarak derin derin iç çekti. “Nasıl rahatladığımı bilmezsiniz” dedi. “Cesedin Martine olduğunu düşündüğümüz sürece… cinayetin ailemizle ilgisi olabileceğinden korktuk. Ama şimdi… sırtımdan büyük bir yük kalktı. Öldürülen zavallının kim olduğunu bilmiyorum ama bizimle bir ilgisi olmadığı kesin.”

Bölüm 23

Ön bürodaki güzel ve şık sekreter Harold Crackenthorpe’a akşamüstü çay servisini yaptı.

“Teşekkürler, Bayan Ellis, bugün eve erken gideceğim.”

“Bence bugün işe gelmeseydiniz daha doğru olacaktı, Bay Crackenthorpe” dedi sekreter. “Çok bitkin görünüyorsunuz.”

“Yoo, iyiyim” demesine rağmen, Harold Crackenthorpe kendisini hiç de zinde hissetmiyordu. Son günler gerçekten çok zor geçmişti. Neyse, her şey geride kalmıştı artık.

Gerçekten çok şaşırtıcı, diye düşündü, Alfred zehirlenerek öldü, ama ihtiyar bu faciadan paçayı sıyırdı. Üstelik de yaşına rağmen… kaç yaşındaydı ki? Yetmiş üç mü yoksa yetmiş dört müydü? Hem de yıllardır bekar. Zehrin kimi öldürebileceği konusunda bahse girecek olsa hiç kuşkusuz ihtiyar adamı seçerdi. Ama yo hayır! Alfred zehirlendi. Harold’un bildiği kadarıyla Alfred her zaman sağlıklı, kuvvetli bir adamdı. Hiç sağlığından yakındığını duymamıştı.

Arkasına yaslanarak, derin bir soluk aldı. Sekreteri haklıydı. Henüz tam anlamıyla iyileşmiş sayılmazdı ama yine de büroya gelip işlerin nasıl gittiğini görmek istemişti. Her şey yolunda görünüyordu. Etrafına bakındı; görkemli, özgün büro mobilyaları, mat lambriler, modern lüks koltuklar, her şey başarının ifadesiydi. Öyle de görünmeliydi. Alfred hep yanlış yapmıştı. Eğer başarılı görünürseniz insanlar da başarılı olduğunuza inanıyorlardı. O ana kadar gerçek ekonomik durumuna ilişkin hiçbir söylenti çıkmamıştı. Buna rağmen çöküş çok yakın görünüyordu. Eğer Alfred yerine babası ölmüş olsaydı! Aslında hiç kuşkusuz hedeflenen buydu. Ama anlaşıldığı kadarıyla babasının arseniğe karşı özel bir dayanıklılığı vardı. Eğer zehir görevini yapmış olsa, şu anda tüm sorunlarından kurtulmuş olabilirdi.

Yine de en önemlisi sorunları olduğunu belli etmemekti. Başarılı bir görünüm şarttı. Aslında miskin ve kılıksız Alfred’e benzememesi gerekti. Kardeşi hep kısa dönemli spekülasyonlarla bir şeyler kazanma peşinde koşarak, gerçek büyük partileri göz ardı etmişti. Orda burada kuşkulu birtakım tiplerle ortaklık kurarak küçük dolandırıcılıklarla uğraşmıştı, ama hakkında herhangi bir suç delili bulunamamış, hep kanunun boşluklarından faydalanarak yakasını sıyırmayı başarmıştı. Bütün bunlardan eline ne geçmişti? Kısa dönemli kazançlar ve ardından yeniden miskin, yoksulluk günleri! Harold ağabeyiyle hiç iyi geçinmemiş, ondan hiçbir zaman hoşlanmamıştı. Şimdi ortadan kalkmasıyla eninde sonunda gelecek olan büyükbabanın servetinden Harold’a düşecek payın da artması sağlanmış oluyordu. Artık miras beşe değil dörde bölünecekti. Böylesi çok daha iyiydi!

Harold’un yüz ifadesinde belirgin bir rahatlama göründü. Yerinden kalkarak şapka ve paltosunu alıp bürodan çıktı. Bir iki gün kendini yormadan çalışsa iyi olacaktı. Kendini halen bitkin hissediyordu. Arabası aşağıda bekliyordu. Kısa bir süre sonra arabasına binmiş, Londra’nın yoğun trafiğinde evin yolunu tutmuştu.

Uşağı Darwin kapıyı açınca, “Hanımefendi henüz geldiler” dedi.

Harold uşağı bir an için şaşkın bakışlarla süzdü. Alice! Aman Tanrım, Alice eve bugün mü dönecekti? Bunu tamamen unutmuştu. Darwin’in onu uyarması iyi olmuştu. Yukarı çıkıp da onu görünce şaşırsa bu hiç iyi olmayabilirdi. Aslında bu pek o kadar önemli de değildi ama… Ne Alice ne de o birbirlerine karşı duydukları hisleri saklamak için özel bir çaba göstermiyorlardı. Alice belki ondan hoşlanıyordu… ama Harold bunu bilemiyordu.

Aslına bakılırsa Alice onun için büyük bir hayal kırıklığı olmuştu. Ona şık olmamıştı, tabi ki, ama sıradan görüntüsüne karşın çevresiyle ilişkileri mükemmeldi. Ailesi ve bağlantıları ise hiç kuşkusuz Harold’un çok işine yaramıştı. Belki olabileceği kadar değil ama yine de oldukça! Alice ile evlenirken doğacak oğullarıyla ilgili planlar yapmıştı. Ama ne oğlu ne de kızı olmuştu ve ikisi baş başa, birbirleriyle konuşacak pek bir şeyleri olmadan ve birbirleriyle birlikte olmaktan hoşlanmadan yaşlanmak zorunda kalmışlardı.

Alice zamanının büyük kısmını akrabalarıyla geçiriyor, kışları genellikle Riviera’ya gidiyordu. Karısı bundan hoşlanıyordu ve Harold’un da bu duruma bir itirazı yoktu.

Yukarı çıkıp salona giderek, eşini nezaketle selamladı.

“Demek döndün, tatlım! Seni karşılayamadığım için üzgünüm, ama şehirde yapacak işlerim vardı. Elimden geldiğince çabuk döndüm. Saint-Raphael nasıldı?”

Alice, ona Saint Raphael’i anlattı. Sarı saçlı, kalkık burunlu, iri kahverengi gözlü, ince yapılı bir kadındı. Nazik, eğitimli, monoton ve biraz depresif bir ses tonuyla konuşuyordu. Gerçi Manş Denizi biraz dalgalıydı ama yine de rahat bir dönüş yolculuğu yapmış sayılabilirdi. Dover’deki gümrük formaliteleri ise her zamanki gibi sinir bozucuydu.

Harold her zamanki gibi, “Keşke uçakla dönseydin, çok daha rahat!” dedi.

“Evet, ama uçak yolculuğundan hoşlanmıyorum. Çok huzursuz oluyorum. Sinirlerim bozuluyor.”

“Ama çok daha kısa sürüyor. Zaman kazanıyorsun” diye yanıtladı Harold.

Lady Alice Crackenthorpe yanıt vermedi. Onun için yaşamda önemli olan zamanı kazanmak değil iyi değerlendirmekti. Tartışmaktansa nezaketle eşinin sağlık durumunu sormayı yeğledi.

“Emma’nın telgrafı beni çok endişelendirdi” dedi. “Hepiniz hastalandınız mı?”

“Evet, öyle” dedi Harold.

“Kısa bir süre önce gazetede bir otelde gıda zehirlenmesinden aynı anda kırk kişinin hastalandığını okumuştum” dedi Alice. “Sanırım bunun nedeni buzdolapları. İnsanlar yiyecekleri artık çok uzun süre saklıyorlar.”