Выбрать главу

Pipetler farklı yönlere doğru uzuyordu: Yarım yumurtaların birinde, küçücük bir delikten bağlantı kurup birleşmiş ve mercekleri sekiz rakamının şeklini almış iki pipet buldular. Doktor bunlara “Siyam’lı İkizler,” dedi. Bazı küçük pipetlerin ağızları ise kapalıydı.

Mühendis tekneden avlanan yeni partinin arasından güçlükle ilerliyordu. Kaptan, “Buna ne diyorsun?” diye sordu, onun arkasında çömelerek.

“Şimdilik hiçbir şey, artık gidelim,” diye cevap verdi Mühendis ayağa kalkarken. Ama moralinin düzeldiği açıkça belli oluyordu.

Şimdi holün, devirdeki işlem basamağına göre bölümlere ayrıldığını görüyorlardı. Koca yemek borularından oluşmuş bir ormana benzeyen üretim mekanizmalar her yerde aynıydı. Bir öncekinin tekrarı bir dizi hareketi izleyerek yarım mil kadar yürüdükten sonra geldikleri bir bölümde boruların, içlerinde hiçbir şey taşımadığını gördüler; kuyuların dibi boştu, yutulan ya da eriyen hiçbir şey yoktu ortada. Önce, ürünün gözle görülemeyecek kadar şeffaf olduğunu düşündüler. Mühendis akışın olduğu bir bölmeye doğru eğilerek, düşen maddeleri yakalamak için elini uzattı, ama gerçekten hiçbir şey yoktu. ’’ “Bu çok anlamsız,” dedi Kimyager.

Ama, her nasılsa, Mühendis fazla şaşırmışa benzemiyordu. “ilginç,” dedi sadece ve yürüdüler.

Gürültünün giderek arttığı bir alana yaklaşıyorlardı. Monoton, ama sağır edici bir gümlemeydi bu; milyonlarca ıslak, ağır deri parçası, gevşek, koca bir davulun üstüne atılıyordu sanki. Sonra ses farklılaştı.

Tavandan aşağı sarkan düzinelerce çomak biçimli, titreyen istalaktitten, siyah cisimler dolu gibi yağıyor, arada bir, keseye benzeyen şişkin, gri zarları yüzünden sağa sola sapıyorlardı. Havadayken süratli kollar tarafından kapılıyor ve tabanda düzgün diziler halinde, yanyana, kusursuzca yerleştirilerek dörtgenleri oluşturuyorlardı. Arada sırada, bir balinanın başı büyüklüğünde bir şey çıkıp uzun bir uğultuyla bu “son ürün,” dizilerini bir seferde yutuyordu.

“İşte depo,” diye açıkladı Mühendis, “Yukarıdan buraya ulaşıyorlar — bu bir taşıyıcı-biriktiriliyorlar ve çevrim için geri gönderiliyorlar.”

“Geri gönderildiklerini nereden biliyorsun?” diye sordu Fizikçi.

“Çünkü depo dolu.”

Hiçbiri anlamamıştı ama bir şey söylemeden yollarına devam ettiler.

Kaptan gitme emrini verdiğinde saat neredeyse dört olmuştu. O sırada, iki bölüme ayrılmış bir ünitedeydiler. İİki, kulplarla donatılmış pütürlü diskler üretiyor, ikincisi ise bu kulpları kesip, yerlerine, oval halkalar takıyordu. Diskler, üzerlerine kulak biçimli kulpları tekrar monte edilmek üzere tabanın altından geçip pürüzsüz bir şekilde “Doktor’un deyimiyle tıraşlı ve temiz-geri dönüyorlardı.

Açıklığa çıktıklarında Güneş hâlâ tepede ve sıcaktı. Çadırı ve çantalarını bıraktıklar yere doğru yürürlerken Mühendis, “Parçalar yavaş yavaş bir bütün oluşturmaya başladı,” dedi.

“Gerçekten mi?” dedi Kimyager, alay eder gibi.

Kaptan, Doktor’a döndü, “Sen buna ne diyorsun?” diye sordu.

“Bir ceset,” dedi Doktor.

“Ne demek, bir ceset?” dedi Kimyager.

“Canlı bir ceset,” diye ekledi Doktor. Sessizlik içinde biraz yürüdüler.

“Birileri bunun ne demek olduğunu açıklar mı acaba?” dedi Kimyager. Kızmaya başlamıştı.

“Çeşitli bölümlerin üretimi için düzenlenmiş bir sistem ve artık denetlenmediği için, zamanla tamamen kullanım dışı kalmış,” diye açıkladı Mühendis sonunda.

“Ne kadar oluyor dersin?”

“İşte onu bilemiyorum.”

“Kaba bir tahminle… birkaç on yıl,” dedi Sibernetikçi. “Belki daha da fazla. İki yüz yıl önce bırakıldığını duysam, şaşmam.”

“Ya da bin yıl,” dedi Kaptan.

“Merkezi yönetim sistemlerinin tümü, belli bir katsayı hızında bozuluyor ve…” diye başlayan Sibernetikçi’nin sözünü Mühendis kesti:

“Sistemleri bizimkilerden farklı çalışıyor olabilir, hatta elektronik bile olmayabilir. Şahsen ben, elektronik olmadığı kanısındayım. Elementler metal değil, yarı sıvı.”

“Bunu boşver,” dedi Doktor. “Sence şansımız nedir? Ben zayıf olduğunu düşünüyorum.”

“Gezegendeki canlılardan mı söz ediyorsun?” diye sordu Kimyager.

“Evet. Söylemek istediğim kesinlikle bu.”

GEMİLERİNİN bulunduğu tepeye ulaştıklarında gece ilerlemişti. Daha hızlı yürüyebilmek ve tabiî, bu arada, korunun herhangi bir sakiniyle karşılaşmamak için, bitkilerin, aradan koca bir saban geçmiş gibi ayrılıp aşağı yukarı yirmi metre genişliğinde bir açıklık oluşturduğu yolu kullandılar. Burada kadifemsi bir liken ve yosun tabakasından başka şey yoktu.

Yorgun ve açtılar. Ellerindeki tek fenerle, çadırlarını geminin yanına kurmaya karar verdiler. Fizikçi çok susadığından gemiye indi; dönüş sırasında su stokları tükenmişti. Gideli epey olmuştu. Ötekiler onun tünelden gelen bağırışlarını duyduklarında çadırı şişiriyorlardı. Koşup onu çıkardılar. Titriyordu. Konuşamayacak kadar sinirliydi.

“Ne oldu böyle? Sakin ol!” diyerek yatıştırmaya çalıştılar. Kaptan yavaşça onu omuzlarından tuttu.

Fizikçi, geminin üzerlerinde yükselen gövdesini gösterdi. “Orada bir… bir şey vardı.”

“Ne vardı?”

“Hiçbir fikrim yok.”

“Orada bir şey olduğunu nereden biliyorsun o halde?”

“Yanlışlıkla kumanda odasına girdim. Ağzına kadar toprakla doluydu orası. Şimdi toprak yok.”

“Yok mu? Nerede peki?”

“Bilmiyorum.”

“Öteki odalara baktın mı?”

“Evet. Ben… önce, kumanda odasını toprakla doldurduğumuzdan emin olamadım ve ilk başta bu düşünceyi kafamdan savdım. Sonra ambara girip içme suyunu buldum ve bardak almak için senin kabinine girmeyi düşündüm”, — Sibernetikçi’ye baktı-“ve orada…”

“Kahretsin! Ne vardı, söylesene?”

“Her şey sümüksü bir maddeyle kaplanmıştı.”

“Sümüksü mü?”

“Yapışkan, şeffaf bir madde. Botlarımda biraz kalmış olmalı!”

“Ama bu, tanklardan sızan bir madde olabilir, kimyasal reaksiyon yani… Laboratuvardaki aletlerin yarısı parçalandı, biliyorsun.”

“Saçmalama! Şu botlarıma bir baksana!”

Doktor’un feneri, botlarının üstünde gezindi. Parıldayan kısımları poliüretanla kaplanmış gibi duruyordu.

“Ama bu, bir ziyaretçimiz olduğu anlamına gelmez,” dedi Kimyager. Bunu söylerken sesi hiç de ikna edici değildi.

“Başta botlarına yapışmadı,” diye devam etti Fizikçi. “Bir fincan alıp ambara geri döndüm. Tabanlarımın saplandığını hissediyordum ama önemsemedim. Suyu içtim ve dönerken aklıma birden yolumun üzerindeki kütüphaneyi kontrol etmek geldi. Neden, bilmiyorum, ama huzursuz olmuştum. Kapıyı açtım ve… ne toprak vardı, ne de izi! Oysa oraya kendi ellerimle yığmıştım. Ve sonra kumanda odasındaki toprağın da yok olduğunu anladım.”

“Ya sonra?” diye sordu Kaptan.

“Buraya koştum.”

Fener, hâlâ soluk soluğa olan Fizikçi’nin ve etrafında toplanmış adamların bulunduğu bölgeyi aydınlatıyordu.