Выбрать главу

“Hepsi yok oldu!” diye haykırdı Sibernetikçi.

Gözlerini zorladılar ama kaliksler gerçekten yok olmuştu. Güneş giderek güçleniyordu; sıcak, dayanılması zor bir hal almıştı. Yürümeye devam ettiler.

Bir saat sonra, kervan gibi, ince bir sıra halinde yayılmışlardı. En önde, sırt çantasını şimdi kolunun altına almış, Doktor yürüyordu, onun arkasında Kaptan vardı, Kimyager sıranın en sonunda geliyordu. Hepsi tulumlarının önünü açmış, kollarını sıvamıştı. Tere batıp çıkmış gibiydiler, ağızları kurumuştu. Açıklığın ortasında ayaklarını adeta sürüyerek ilerliyorlardı. Ufukta yatay bir şerit görünür gibi oldu. Doktor durdu ve Kaptan’ı bekledi.

“Ne kadar yürüdük sence?”

Kaptan Güneş’e ve geminin yönüne doğru dönüp baktı. Artık görünmüyordu.

“Gezegenin yarıçapı Dünya’nınkinden küçük,” dedi, bir mendille yüzünü kurularken. “Beş mil kadar oldu sanırım.”

Doktor şişmiş göz kapaklarını kısarak baktı. Kumaş kepi siyah saçlarını örtüyordu. Arada bir matarasındaki suyla onu ıslatıp tekrar giyiyordu.

“Bu delilik, biliyorsun,” dedi. Her ikisi de, kısa bir süre önce geminin gökyüzüne uzandığı, ama şimdi silik, eğik bir çizgi gibi göründüğü, ufuktaki noktaya bakıyorlardı. Artık orada tek görebildikleri, kalikslerin solgun gri, ince siluetleriydi; arkalarında yeniden ortaya çıkmışlardı. Diğerleri onlara yetiştiler. Kimyager kendi çadırını yere serip üstüne oturdu.

“Çok garip, uygarlığın hiçbir izi yok burada,” dedi Sibernetikçi, ceplerini karıştırırken. Buruşuk bir kağıda sarılmış vitamin haplarını bulup herkese birer tane verdi.

“Dünya’nın hiçbir yerinde böylesine ıssız bir yer yoktur,” diye doğruladı Mühendis. “Yol yok, hava taşıtma benzer bir şey de görünmüyor.”

“Ne? Yoksa sen Dünya uygarlığının bir kopyasını bulmayı mı umuyordun burada?” dedi Fizikçi, kulaklarına inanamıyormuş gibi.

“Sistem değişmez,” diye başladı Doktor. “Bu nedenle, Aden’deki uygarlık Dünya’dakinden eski olabilir ve bu durumda da…”

“Antropoidlerin bir uygarlığı olabilir,” diye tamamladı Sibernetikçi.

“Hadi, kıpırdayalım,” dedi Kaptan. “Yarım saate kadar şuna ulaşmış olmalıyız.” Ve ufuktaki ince, mor bir çizgiyi işaret etti.

“Nedir o?”, “Bilmiyorum. Su, belki de.”

“Şu anda bana bir gölge de yeter,” dedi Mühendis hırıltılı bir sesle. Bir yudum suyla boğazını ve ağzını çalkaladı. Kayış gıcırtıları arasında çantalarını yüklendiler ve grup yeniden yayılarak eski halini aldı. Bir düzineden fazla kaliksi ve sarmaşıkların, sürüngen asmaların sardığı birçok büyük bitkiyi geçtiler. Bunların hiçbiri yüzelli, ikiyüz metreden daha yakın değildi ama hiç kimsenin yürüyüş sırasından sapmaya niyeti yoktu.

Peyzaj değiştiğinde Güneş doruktaydı. Kum miktarı buralarda daha azdı. Güneşten kavrulmuş kırmızı toprak uzun, alçak sırtlar veriyordu ve bazı yerleri gri yosun kümeleriyle kaplanmıştı. Adamlar botlarıyla yosunları dürtüklediklerinde yanmış kağıt gibi ufalandı. Uzaktan gördükleri mor çizgi birbirinden ayrı, bodur form gruplarından oluşmuştu ve rengi şimdi daha belirgindi: Üzerine uçuk mavi serpiştirilmiş bir yeşil. Bir kuzey rüzgarı zayıf, hoş bir koku getirdi burunlarına; tedbirli bir merakla, hafifçe içlerine çektiler. Birbirine dolaşmış şekillerden oluşan eğik bir duvara geldiklerinde, öndekiler, arkadakilerin yetişmesi için yavaşladı ve bütün grup biçimsiz formlardan oluşan hareketsiz bir yığının önünde durdu.

Otuz metre uzaklıktan formlar hâlâ bir çalılık ya da kuş yuvalarıyla dolu, mavimsi bir ağaçlık gibi görünüyordu; ama, bu benzetme gerçekten bir şeyler bir şeyleri andırdığından değil, gözün, yabancılığın ortasında tanıdık bir şey bulma çabasındandı.

“Şunlar örümcek mi?” diye sordu Fizikçi tereddütle; hepsi, kalın kıllarla kaplı küçük, ince gövdeleri ve altlarına kıvırdıkları anormal uzunluktaki bacaklarıyla hareketsiz duran örümcekleri gördüler.

“Bunlar bitki!” dedi Doktor, heyecanla. Bu uzun, gri-yeşil nesnelerden birine yaklaştı. Kalın, kıllarla kaplı yumruları kolaylıkla bir eklembacaklının mafsalları gibi algılanabilecek bu “bacaklar,” gerçekte saptı. Bunlar birbirine yakınsak, altı, yedi veya sekizli gruplar halinde yaylar çizerek yosunlu topraktan çıkıyor ve oluşturdukları “vücut,” Güneşte parıldayan ince liflerle sarılı, yassı bir örümceksinin karnına benziyordu. Bitki örümcekler birbirlerine oldukça yakın sarılmışlardı ama aralarından geçmek yine de mümkündü. Sapların bazı yerlerinden, uçlarında kapalı tomurcuklarla son bulan daha parlak dallar çıkıyordu ve bunlar aşağı yukarı Dünya’daki yaprakların rengindeydi. Doktor yerden altı metre kadar yüksekte asılı duran bu “karınlardan birine bir çakıltaşı fırlattı; hiçbir şey olmadığını görünce saplardan birini inceledi ve sonunda bıçağıyla bir çentik attı. Parlak-sarı bir öz küçük damlacıklar halinde aktı, köpürmeye başladı ve önce turuncu, sonra kırmızı bir renk aldı. Ardından birkaç saniye içinde pıhtılaşarak, başta hoşlarına giden, ama sonra midelerini bulandıran, keskin kokulu bir reçineye dönüştü. Bu garip çalılığın altı, açıklıktan daha serindi.

Bitkikarınlar gölge veriyordu ve sıklıklara doğru ilerledikçe gölge artıyordu. Saplara ve özellikle de taze filizlerin ucundaki beyazımsı tomurcuklara dokunmamaya dikkat ediyorlardı; bunlar insanda anlatılmaz bir tiksinti uyandırıyordu çünkü.

Yer yumuşak, süngersiydi ve soluk almayı güçleştiren bir buğu yayıyordu ortalığa. Adamların yüzlerinden, ellerinden bitkikarınların kısalı uzunlu gölgeleri geçiyordu. Bazıları incecikti, turuncu başakları vardı; çürümüş ve solmuş olanlardan uzun, gevşemiş lifler sarkıyordu. Rüzgâr estiğinde bütün ağaçlık tüyleri diken diken eden, sevimsiz, yankılı bir hışırtı çıkardı; Dünya’daki bir ormanın rüzgârda çıkardığı alışılmış sesten çok, zımpara kâğıdından çıkan sese benziyordu bu. Zaman zaman, ayrı duran bitkiler de birbirine sarılmış dallarıyla yollarını tıkıyordu ve bunların etrafından dolaşmak zorunda kalıyorlardı. Bu yüzden burada, açık alanda Güneş altındaki yürüyüşlerinden bile daha yavaş ilerleyebiliyorlardı. Bir süre sonra, dikenli bitkikarınlara bakmaktan ve bunların içindeki, kuş yuvalarına benzeyen örgüleri, kozaları görmeye çalışmaktan vazgeçtiler.

Sıranın başında yürüyen Doktor birden suratının hizasında sallanan kalın, siyah bir kılı farketti; parlak bir lifti bu, boyalı bir tele benziyordu. Onu kenara itmek üzereyken bu yeni şeyin ne olduğuna bakacak oldu ve gözlerini kaldırdığında donup kaldı.

“Koza’lardan birinin altında birleşen sapların arasından sarkan inci renginde, soğanımsı bir şey, kendisine bakıyordu. Doktor bu ucubenin gözlerinin nerede olduğunu kestiremediği halde bakışlarını üzerinde hissetti. Ortada ne kafa, ne de bir organ vardı; yalnızca kabarcıklarla dolu şişkin, pırıltılı bir deri ve iki metre uzunluğundaki siyah kılın çıktığı koyu renkli, huni biçiminde bir yumrudan ibaretti.

“Nedir o baktığın?” diye sordu Mühendis. Doktor’un hemen arkasındaydı. Onun cevap vermediğini görünce, gözleri bakması’ gereken yeri buldu ve o da olduğu yerde kalakaldı.

“Bu… neresiyle bakıyor böyle?” diye fısıldadı. Görünürde göz olmadığı halde sezdiği bu obur, acayip, dik bakışlar içine işlemişti. Ve içgüdüsüyle geriledi.

“İğrenç!” dedi Kimyager. Şimdi hepsi, ucubenin altından ilk geri çekilerek mesafeyi belirleyen Doktor’un yanında ve saplar elverdiği ölçüde de uzakta duruyorlardı. Doktor tulumundan oksidize silindiri çıkardı, etrafındaki bitkilerden daha açık renkteki bu şişkin gövdeye yavaşça nişan aldı ve tetiği çekti.