Выбрать главу

- Şişeyi yatağa boşaltınız, doktor bey, küçüğüm bu koku içinde daha mesut ölecek, dedim.

Hayrullah Bey, saçlarımı okşuyor:

- Haydi Feride, haydi evladım, artık dışarı çıkalım, diyordu.

Munise'yi son defa öpmek istiyordum. Cesaret edemedim, yalnız çıplak kolunu tuttum. Küçüğüm, ara sıra ellerimi tutar, avuçlarımı çevirerek içlerinden öperdi. Bende onun gibi yaptım. Bu zavallı buruşuk avuçlarının içinden küçük küçük buselerle öptüm, abasına ettiği bütün iyilikleri için teşekkür ettim.

Bu dakikadan sonra Munise'yi bir daha göremedim. Beni yatağımın üstüne uzattılar ve yalnız bıraktılar.

Bir yandan titriyor, bir yandan ter döküyordum. Evin içine yayılan keskin elyotrop kokusu bir dalga gibi içime gömülüyor, göğsümü tıkıyordu. Bana öyle geldiki bu koku, bu ikindi aydınlığındaki kuşların sesi, senelerce devam etti. Sonra yavaş yavaş ortalık karardı. Gözlerimin önünde Munise'nin, kar fırtınasında kaybolduğu o karanlık gecenin hayali titriyordu.

Küçüğümün kapıya vurduğunu, fırtınanın içinde ince sesiyle inlediğini duyuyordum.

Gecenin bilmem hangi saatindeydi. Kuvvetli bir ışık gözlerimi yaktı; saçlarıma, alnıma bir el dokunduğunu hissettim, gözlerimi açtım, ihtiyar doktor, elinde bir şamdanla yüzüme eğiliyor, sönük mavi gözlerinde, beyaz kirpiklerinde yaşlar titriyordu. Rüya içinde gibi:

- Saat kaç? Bitti, değil mi?

Dediğimi hatırlıyorum, sonra yine yavaş yavaş o Zeyniler gecesinin karanlığına daldım.

*

Gözlerimi, tekrar açtığım vakit, bulunduğum yeri tanıyamadım; başka oda, başka pencereler... Dirseklerime dayanarak kalkmaya çalıştım, başım benim değilmiş gibi, tekrar yastığın üstüne düştü. Şaşkın şaşkın, etrafıma bakmıyordum. Yine doktorun mavi gözlerini gördüm.

- Fende, beni tanıdın mı?

- Niçin tanımayayım Doktor Bey? dedim.

- Çok şükür, çok şükür. Cümlemize geçmiş olsun.

- Bir şey mi oldu, doktor?

- Sen yaşta bir çocuk için ehemmiyetsiz, biraz uyudun kızım, biraz uyudun, ehemmiyet verilecek birşey değil...

- Ne kadar uyudum?

- Epeyce zaman, ziyanı yok... On yedi gün kadar...

On yedi gün uyku1 Ne tuhaf!.. Aydınlık, beni rahatsız ettiği için tekrar gözlerimi kapadım, bu on yedi günlük uykuya; başkasının göğsünden geliyor, dudaklarından çıkıyor gibi bir tuhaf ses veren kahkahalarla güldüm; sonra tekrar uyudum.

*

Büyükçe bir beyin humması geçirmişim. Doktor Hayrul-lah Bey, beni kendi evine nakletmiş, on yedi gün başucumdan ayrılmamış. Bu, benim hayatta ilk büyük hastalığımdı. Nekahet zamanım kırk günden ziyade sürdü. Günlerce yerimden kalkamadım. Hastalıktan sonra saçlarım demet demet inmeye başlamıştı. Bir gün, makas istedim; onları ensemin hizasından kestim.

Nekahet ne tatlı şey. İnsan, yeniden dünyaya gelmiş gibi oluyor; en ehemmiyetsiz yerlere -renkli oyuncaklara bakan küçük çocuk gibi- sevinçle, saadetle bakıyor. Cama kanatlarını çarpan bir kelebek, aynanın kenarında renkli akisler uyandıran bir güneş aydınlığı, uzak bir sürünün hafif çıngırak sesleri, kalbimi lezzetli titremelerle çırpındırıyordu.

Hastalık, son üç senemin bütün zehirlerini alıp götürmüştü. Hatıralarım bile başkasına ait şeyler gibi geliyordu. Onlar, artık bende ne bir keder, ne bir heyecan uyandırıyordu. Zaman zaman hayretle kendime soruyordum:

- Sakın bunlar bir uzun rüyanın hatıraları olmasın! Yahut onları bir eski romandan okumuş olmayayım? Evet, vakaları rüyada, çehreleri, boyaları solmuş, çerçeveleri tozlanmış eski fotoğraflarda görmüş gibiyim.

Doktor Hayrullah Bey, bu nekahet zamanında bana arkadaşlık etti. Bir gün yalnız bırakmadı. Kâh hikâyeler söylüyor, kâh romanlar okuyarak beni eğlendirmeye, güldürmeye çalışıyordu. O biçare de çok yoruldu.

- Hele şöyle bir adamakıllı ayağa kalk... Alimallah hasta bile olmasam, keyif için patiska entari diktirip üç ay yatakta yatacağım. Sana bin türlü naz edeceğim, diyor.

Ara sıra benim, uykuya benzeyen dalgınlıklarım oluyor, incelmiş gözkapaklarımın arasından pembe güneş ışıklan sızarak bir zaman o halde kalıyordum

O vakit, Hayrullah Bey, karşımdaki koltukta kitap okuyor yahut uyukluyordu. Bu dalgınlık saatlerinde ruhumun vücudumdan ayrıldığını, ışık gibi ses gibi boşluklarda dolaştığını hissediyordum.

Nerelere, hangi memleketlere gidiyordum, bilmiyorum. Yalnız birdenbire uçurumlara düşmek hissi içinde, içim ılınarak silkinip uyandıkça öyle hissediyorum ki, uzak, pek uzak bir yerlerden dönüyorum. Kulaklarımda ışık süratiyle aşılmış mesafelerin rüzgârları hışıldıyor, gözlerimde havanın en yüksek tabakalarında görülmüş dumanlı memleketlerin dağınık, sönük hatıraları titriyordu.

Evvelki gün Hayrullah Bey'e dedim ki:

- Doktorcuğum, artık büsbütün iyileştim. Onu ziyaret edebiliriz.

Evvela razı olmadı, daha hiç olmazsa on beş gün, bir hafta sabretmemi söyledi.

Fakat hastaların inatçılığına, titizliğine tahammül etmek mümkün olmuyor. İhtiyar arkadaşımı nihayet razı ettim. Bahçeden iki kucak çiçek, deniz kenarından birçok renkli taş -küçüğüm bunları çiçeklerden ziyade severdi- topladık.

Munise, Akdeniz'e karşı bir tepeciğin üstünde, kendi gibi incecik bir küçük servinin altında yatıyor. Saatlerce yanında oturduk. Hastalığımdan beri ilk defa olmak üzere doktorla onu konuştuk. Küçüğümün nasıl öldüğünü, nasıl gömüldüğünü bilmek istiyordum. Bütün ısrarlarıma rağmen Hayrullah Bey bana tafsilat vermedi. Yalnız bir şey öğrenebildim: Gömüldükten sonra imam, Munise'nin annesinin ismini sormuş, bunu, tabii kimse bilmiyor doktor benim, bu küçük kız için hemen hemen bir anne olduğumu hatırlamış, ismimi vermiş. Yavrumu "Munise bin Feride" diye toprağa teslim etmşiler...