- Nerede onlar? dedim. Çocuk, başını eğdi:
- Ben onları yaktım abacığım. Ne yapayım, sen pek üzülüyordun...
- Ne yaptın Munise? dedim.
Çocuk, benim şiddet göstermemi, omuzlarından tutup sarsmamı bekliyor, titriyordu. Başımı bileğime koyarak yavaş yavaş ağlamaya başladım.
- Abacığım, ağlama. Ben onları yakmadım, sana mahsus öyle söyledim. Üzülmeseydin o vakit yakacaktım. Al işte.
Küçük kız, bir eliyle başımı okşuyor, ötekiyle mektupları elime tutuşturmaya çalışıyordu:
- Al abacığım, onlar galiba, senin sevdiğin birisinden geliyor.
- Yumurcak, o nasıl lakırdı? diye bağırdım.
- Ne bileyim abacığım? Sevdiğinden olmasa böyle ağlar mısın?
Bu çok bilmiş bücürün sözlerinden ve gözyaşlarımdan utandım. Bu hale bir nihayet vermek lâzımdı. Artık kararımı vermiştim.
- Küçüğüm, keşke bu sözleri söylemeseydin. Fakat mademki bir kere söyledin. Bak, sana ispat edeyim. Mektuplar benim sevdiğim bir insandan gelmiyor, nefret ettiğim bir düşmandan geliyor. Gel seninle beraber yakalım onları.
Oda karanlıktı, yalnız ocakta bitmeye yüz tutmuş bir çalı demeti ara sıra parlayıp sönüyordu. Mektuplardan birini ateşe fırlattım. Zarf, kıvrıla kıvrıla yanmaya başladı. Biterken ikincisini, sonra üçüncüsünü attım.
Munise, anlayamadığım bir hisle göğsüme sokulmuştu. Mektuplar birer birer yanarken, karşımızda ölmek üzere olan bir insan varmış gibi susuyorduk. Sıra dördüncüye geldiği vakit, içime dayanılmaz bir pişmanlık acısı çöktü. Fakat ötekiler yandıktan sonra, bunu bırakamazdım. Kalbimin bir parçısı-nı koparır gibi ıstırapla onu da attım.
Son mektup ötekiler gibi birdenbire tutuşmadı, bir ucundan ince bir duman çıkarak için için yanmaya başladı. Sonra, zarfın gevşeyip açıldığını, ince yazılarla dolu bir kâğıdın yavaş-yavaş yanmaya başladığını gördüm. Artık tahammül edemiyordum. Munise, gönlümden geçenleri biliyor gibi, birdenbire eğildi elini ateşe sokarak son mektubun bir parçasını kurtardı.
*
Onu ancak çocuğu uyuttuktan sonra okumaya cesaret ettim. Yalnız şu satırlar kalmıştı.
"Annem geçen sabah yüzüme bakarken ağlamaya başladı: 'Ne var anne? Niçin ağlıyorsun?' diye sordum. Evvela söylemek istemedi: 'Hiçbir şey yok. Bir rüya gördüm!' dedi. İnat ettim, yalvardım, nihayet söylemeye mecbur oldu. Sakin sakin ağlayarak şunları söyledi:
"Rüyamda onu gördüm. Karanlık bir yerlerde dolaşıyor önüne gelene: 'Feride buralarda mı? Allah rızası için söyleyin! diyordum. Yüzü örtülü kadın beni elimden tutarak tekkeye benzeyen loş bir yere soktu:
işte Feride şurada yatıyor. Boğaz hastalığından öldü' dedi. Baktım, evlatçığım, gözleri kapalı yatıyor. Daha yanağı-nın rengi bile solmamış. O acı ile, ağlaya ağlaya uyandım. Ölü, diri getirir derler, değil mi, oğlum? Feride'yi yakında göreceğim, değil mi, Kâmran?
Annemin sözlerini sana aynen yazdım. Beni bir tarafa bırak. Fakat annen demek olan bu ihtiyar kadını daha ziyade ağlatmak doğru mu? Teyzenin rüyası o günden beri benim de rüyam oldu. Ne vakit gözlerimi kapayacak olsam seni uzak bir memleketin karanlık bir odasında; gözlerin kapalı, siyah saçların, taze yüzün..."
Mektup parçası burada bitiyor, bana sadece teyzemin matemini anlatıyordu. Kâmran, görüyorsun ki, bizi her şey birbirimizden ayırıyor. Seninle artık iki düşman bile değiliz; birbirimizi hiç, ama hiç görmeyecek iki yabancıyız.
Zeyniler, 5 Şubat
Dün gece, geç vakit bataklık tarafından silah sesleri gelmeye başladı. Ben korktum; fakat Munise, hiç telaş etmedi.
- Her zaman olur, jandarmalar eşkıya kovalıyor, dedi.
Silah sesleri seyrek fasılalarla on dakika kadar devam ettikten sonra durdu.
Bu sabah, havadisi öğrendik. Munise'nin tahmini doğruymuş.
Postacı soyan birkaç serseri ile jandarma arasında bir çarpışma olmuş. Jandarmalardan biri ölmüş, öteki ağır yaralı olarak Zeyniler'in misafir odasına getirilmiş.
Öğleye doğruydu, küçük Vehbi, soluk soluğa mektebe geldi, beni elimden yakalayarak:
- Kız hocanım, çabuk zarnını (çarşaf olacak) giyin, gel be. Seni misafir odasına çağırıyorlar, dedi.
- Kim çağırıyor?
- Hekim çağrıyor, babam söyledi.
Hemen çarşafımı giydim. Vehbi önde, ben arkada misafir odasına gittik.
Burası, iki basık oda ile merdivenli, çarpık bir sofadan ibaret viran bir hayat. Gece, kar, hastalık gibi sebeplerle yoluna devam edemeyen yolcuları burada barındırıyorlar. Sevaplarına biraz yiyecek veriyorlar.
Kapıda burnundan havaya soğuk dumanlar çıkararak eşinen güzel bir atın yüzünü okşadıktan sonra içeri girdim. Avlu, karanlık olduğu için lamba yakmaya mecbur olmuşlardı.
Kalın kaputlu; kocaman çizmeli, şişman bir askeri doktor, merdiven basamağına oturmuş bir şeyler yazıyor, avluda yüzü seçilmeyen birkaç kişi ile konuşuyordu. Çehresini yandan görüyordum. Dolgun beyaz bıyıklı, kalın kaşları, canlı ve sevimli bir yüzü vardı. Fakat, Yarabbi, bu adam konuşuyorken ne kadar kaba hatta ayıp kelimeler kullanıyordu. O kadar ki, bir ara, tersyüzü geri dönmeyi aklımdan geçirdim.
Mutlaka yine fena bir kelime söyleyeceğini anlatan sert bir kahkaha ile gülerek başını çevirince beni gördü, birdenbire durdu; boz renkli ceketi üzerinde kocaman siyah sakalını görebildiğim birisine:
- Yahu, yüzbaşım, hatırın kalmasın ama sana: "Ayı Dayı" adını takanların yerden göğe kadar hakları varmış. Aramızda kadın varmış da ne diye beni kibar kibar söyletiyorsun, dedi ve bana döndü:
- Hemşire Hanım, kusura bakmayın. Geldiğinizi göremedim. Geçiniz yukarı. Ama biraz durun da ben ineyim. Merdivenler yufka gibi; ikimizi birden çekeceğe benzemiyor. Haydi geçin şimdi. Ben geliyorum.