Dünyada bundan daha sade bir vaka olamaz, değil mi? Fakat ben, şimdiye kadar bu derece tuhaf bir heyecanla bu kadar için için sarsıldığımı bilmiyorum.
Zeyniler, 24 Şubat
Bu sene, yaz erken gelecek diyorlar. Bir haftadan beri havalar açtı. Ortalık günlük güneşlik, tepelerde kar olmasa insan kendini mayısta sanacak.
Bugün cumaydı. Öğle yemeğinden sonra odamda Muni-se'nin suluboya bir resmini yapmaya uğraşıyordum. Birdenbire kapı çalındı. Hatice Hanım, başörtüsü boynuna düşmüş, eli ayağı titreyerek içeri girdi. Onu hiç bu kadar telaşlı ve heyecanlı görmemiştim.
- Aman hocanım aşağıya iki efendi geldi. Birisi Maarif Müdürü'ymüş, teftişe gelmiş. Çabuk in! Ben konuşmaya sıkılırım.
Acele acele çarşafımı giyerken kendi kendime gülüyordum; odasında elini kolunu hareket ettirmeye üşenen bir tembeller şahı buraya kadar zahmet etsin, inanılır şey değil!
Aşağıda, dershane kapısı önünde, biri gayet uzun, öteki gayet kısa boylu iki adamla karşılaştım. Ben, gözlerimle etrafta onu ararken kısa boylu adam, bana doğru yürüdü. Karanlıkta pek iyi seçemediğim yüzünden bir tek gözlük parladı:
- Muallime Hanım mı? Teşerrüf ettim. Ben, Maarif Müdürü Raşit Nâzım. Bu ne karanlık yer böyle. Mektep değil, adeta ahır.
- içerisi biraz daha aydınlıktır efendim, dedim.
Minimini vücuduna göre bacaklarını tuhaf bir surette açarak öyle azametli bir yürüyüşü vardı ki...
Kapıdan içeri bir adım attıktan sonra durdu, nutuk verir gibi elini sallayarak:
- Monşer, şuraya bak, dedi. Ne mizer, ne mizer!.. Mektep demeye bin şahit ister. Nasıl radikal olmak lâzım? "Ya hep, ya hiç!" dediğime bir kere daha hak veriyorsun ya!
Şimdi, onları daha iyi görüyorum, ilk bakışta bir çocuk, yeni yetişen bir dandy sandığım Maarif Müdürü, hemen hemen elliye dayanmış bir köseydi. Durmadan kaşını, gözünü oynatıyor, söylediği her kelime için kırış kırış yüzüne ayrı bir mana veriyordu.
Ötekine gelince o, inadına uzun, kuru, esmer ve ince bıyıklı bir adamdı. O kadar uzun ki, adeta kamburu çıkmıştı.
Maarif Müdürü, tekrar bana döndü:
- Efendim, arkadaşımı takdim edeyim: "Vilayet Nafia Mühendisi Mümtaz Bey."
Ben lakırdı olsun diye:
- Öyle mi efendim? Pek güzel, dedim.
Maarif Müdürü, sınıfın mukavemetini muayene eder gibi topuklarını vurarak dolaşıyor, sıralara, levhalara bastonunun ucuyla dokunuyordu:
- Azizim, büyük projelerim var. Her şeyi yıkıp yeniden yapacağım. Tertemiz müesseseler, istediğim tahsisatı vermezlerse vay hallerine. Çok tedarikli geldim, istanbul matbuatı ateş etmeye hazır bir batarya vaziyetinde, benden küçük bir işaret üzerine bam bum... Müthiş bir bombardıman. Anlıyorsun ya, ya bu kafanın içindeki dünya hakikat olacak, ya ben postu vereceğim.
Bütün bu güzel sözlerin benim, zavallı bir köy hocasının gözlerini kamaştırmak için söylendiğine şüphe yoktu. Tekrar tek gözlüğünü yerleştirerek:
- Ne kadar talebeniz var? dedi.
- On üç kız, dört erkek çocuk, efendim.
- On yedi çocuk için bir mektep. Garip lüks! Sen binayı görecek misin Mümtaz?
- Mal meydanda. Ne hacet?
Maarif Müdürü, grandiose projesinden bahsederken mühendisin, yan yan bana baktığını fark ediyordum. Sonunda bana belli etmemek için gayet bozuk bir Fransızca ile:
- Aman azizim, bir bahane ile şunun yüzünü açtır, yüzünün rengi peçenin altında yangın gibi yanıyor. Nereden düşmüş buraya? dedi.
Maarif Müdürü, göründüğü gibi değilmiş; arkadaşının bu sözlerinden adeta sıkıldı ve ötekinden daha fena bir Fransızca ile cevap verdi:
- Rica ederim azizim, mektepteyiz. Ciddi olunuz!
Müdür çenesinin altındaki porsumuş deriyi lastik gibi uzatarak bir şeyler düşünüyordu. Birdenbire kararını vererek bana döndü:
- Efendim, ben bu mektebi kapatacağım. Ben, şaşkın şaşkın:
- Niçin efendim, bir şey mi oldu? dedim.
- Efendim, böyle kepaze binada çocuk terbiye edilemez. Sonra talebe de az. Vilayette kaldığım müddetçe bütün gayretimi sarf edeceğim, köylerden birçoğunu ucuz, fakat zarif, sıh-hi, modern, yani müceddet mekteplere sahip etmeyfe çalışacağım. Şimdi bana lütfen izahat veriniz.
Bonjurunun cebinden şık bir karne çıkarmıştı. Mektebe ait bazı malumat isteyerek kaydetti, sonra:
- Size gelince, efendim, dedi. Sizi başka münasip bir yere tayin ederim. Mektebin kapanma enirini alınca B.'ye gelirsiniz, icabına bakarız, isminiz lütfen?
- Feride.
- Efendim, Avrupa'da güzel bir âdet vardır. Baba adını da ilave ediyorlar. Daha muvazzah bir isim olur. Siz muallimler, bu yenilikleri tatbik edivermelisiniz. Faraza künye defterine talebenizi, Melahat babası Ali Hoca, diye yazacağınıza, Mehalat Ali deyiverirsiniz, olur biter. Anlaşıldı mı, efendim? Pederinizin ismi?
- Nizamettin.
- Efendim, size Feride Nizamettin diyeceğiz. Bu şekil size birdenbire garip görünür, ama alışırsınız. Nereden mezunsunuz?
Mektebimi söylemeye çekindim. Çünkü Fransızca bildiğim anlaşılırsa mühendis biraz evvelki sözleri için belki bozulacaktı. Onun için sadece; "Hususi tahsil gördüm efendim" dedim.
- Dediğim gibi B.'ye geldiğiniz vakit beni ziyaret edersiniz. Size münasip bir yer ararız. Haydi Mümtaz, programda daha iki köy var.
Talebe sıralarından birine oturarak uzun, ince bacaklarını sallayan mühendis yine o güzelim Fransızcasıyla sırnaştı:
- Bu fevkalâde bir parça. Beni bırak da sen git. Bir çare bulup mutlaka yüzünü açtırmalıyım.
Maarif Müdürü, yeniden telaşlandı, bana bir şey sezdirmemek için Türkçe:
- Vaktimiz yok. Raporunuzu sonra yazarsınız. Haydi buyurun, dedi ve yürüdü.
İnadıma arkamı döndüm ve bir şeylerle meşgul görün-düm.
Adamcağız, bahçeyi geçerken, bir iki kere daha başını çevirdi. Sokak kapısından çıktıktan sonra tahta havalenin ke-narını takip ediyor, ara sıra ayaklarının ucunda yükselerek içeriye bakıyordu.