Выбрать главу

Havadis, çabuk köyün içine yayılmıştı. Cuma olmasına rağmen çocuklar, çocuk anaları mektebe koşuyorlar, mekteplerinin kapanmasından pek müteessir görünüyorlardı. Mektep gibi kendime karşı da yabancı ve hissiz sandığım çocukların ağlayarak elimi öpmeleri bana çok dokundu.

Hatice Hanım, başına kocaman bir çatkı çatarak odasına çekildi. Ben de, müşkül vaziyete düşüyordum ama, doğrusunu söylemek lâzım gelirse bu işte asıl yanan o biçare oldu.

Akşamüstü muhtarın karısı ile Ebe Hanım tekrar mektebe geldiler, ikisi de müteessirdi. Hele Ebe Hanım, bana manalı manalı bakışlarla içini çekiyor:

- Benim başka niyetim de vardı ama, Cenab-ı Hak yardım etmedi, diyordu.

Bu teessüre benim de yapmacık bir teessürle mukabele etmem lâzımdı. Gözlerimi önüme indirerek:

- Ne yapalım Ebe Hanım, kısmet değilmiş, diye cevap verdim.

Hasılı, bu tek gözlüklü, minimini efendi, bir sözle Zeyni-ler'i altüst etti. Köylülerin ağzını bıçak açmıyor.

Yeryüzünde Zeyniler'den daha kötü bir köye düşmenin mümkün olmadığını bildiğim halde bu teessür, bana sirayet ediyor. Yalnız, Munise müstesna. O yaramaz, sevincinden uçuyor: "Ne vakit gideceğiz, abacığım iki güne kadar gider miyiz? diye kuş gibi çırpınıyor.

Zeyniler, 3 Mart

Yarın yola çıkıyoruz.

Munise, ilk günlerde pek seviniyordu. Fakat dünden beri onda tuhaf bir neşesizlik baş göstermeye başladı.

Ara sıra gözlerini uzaklara dikerek düşünüyor, sorduğum şeylere dalgın dalgın cevap veriyordu:

- Munise, benimle gitmek istemiyorsan seni bırakayım, dedim.

Hemen cevap verdi:

- Allah esirgesin, abacığım, kendimi kuyuya atarım.

- Kardeşlerinden ayrılacağına üzülüyor musun?

- Üzülmüyorum, abacığım.

- O halde babanı göreceğin gelecek!

Babama acırım ama, o kadar sevmem abacığım.

- Peki, öyleyse derdin ne?

• ^

Gözlerini indirerek susuyor, daha ısrar edersem yalandan gülmeye, boynuma sarılmaya başlıyor. Fakat ben, bu yalancı neşeye inanmıyordum. Munise'nin asıl sevincini ben bilmez miyim? Mamafih, bu berrak çocuk gözlerinde her zaman bir parça hüzün bulmuştum. O kadar söyletmeye çalıştım. Bütün emeklerim boşa gitti.

Bir gün bir tesadüf, bana bu çocuk kalbinin gizli derdini öğretti. Akşama doğru bir aralık, Munise ortadan kaybolmuştu. Halbuki tam bu saatte kendisine ihtiyacım bulunduğunu biliyordu. Yol hazırlığı için bana yardım edecekti.

Birkaç defa çağırdım. Cevap gelmedi. Mutlaka bahçede olacaktı. Pencereyi açtım: "Munise, Munise!" diye seslendim.

ince sesiyle uzaktan, Zeyni Baba'nın türbesi yanından:

"Efendim, şimdi geliyorum! diye cevap verdi.

Yanıma geldiği vakit, tek başına, niçin oralarda dolaştığını sordum. Cevap verirken şaşırıyor, manasız bahaneler göstererek, beni aldatmaya çalışıyordu.

Dikkatle yüzüne baktım. Gözleri kıpkırmızıydı. Hafifçe solmuş yanaklarında yeni kurumuş gözyaşı izleri vardı. Birdenbire telaşlandım. Orada ne yaptığını, niçin ağladığını söyletmek için, sıkıştırmaya başladım. Bilekleri ellerimin içinde, yüzünü gizlemek için boynunu gevriyor, dudaklarında hafif bir titreme ile sükût ediyordu.

Ben, mutlaka söyletmeye azmetmiştim. Eğer hakikati benden gizlerse onu burada bırakacağımı söyledim. O vakit tahammül edemedi. Büyük bir günahı itiraf eder gibi, başını önüne eğerek utana utana söyledi:

- Annem beni görmeye gelmiş. Gideceğimi duymuş da... Darılma bana abacığım.

Bu büyük günahı söylerken bütün vücudu titriyor, gözleri yaşla doluyordu.

Anladım küçük, minimini gönlünün acısını, benden ümit edeceğinden çok daha derin ve iyi anladım.

Yüzüne düşmüş saçlarını düzelterek, yavaş yavaş çenesini okşayarak halim, sakin bir sesle:

- Bunda korkacak, ağlayacak ne var? Annen değil mi, elbete göreceksin, dedim.

Biçare; hâlâ inanamıyor, korka korka gözlerime bakıyor; herkesin nefretle, lanetle andsğı bu kadını sevmediğine beni inandırmak için, çocukça sebepler arıyordu. Fakat, onu öyle seviyor, öyle yana yana seviyordu ki...

- Çocuğum, eğer anneni sevmiyorsan ben seni çok ayıplarım, dedim. Anne sevilmez mi hiç? Haydi koş, onu çevir: "Abam mutlaka seni görmek istiyor" de. Ben, türbenin yanına geliyorum.

Munise, dizlerime sarılarak eteklerimi öptü, sonra koşa koşa bahçeye gitti. Bu yaptığım, büyük bir ihtiyatsızlıktı, biliyorum. Eğer bu kadınla görüştüğümü duyacak olurlarsa, fena şeyler söyleyecekler, belki de burada ismimi lanetle anacaklardı. Fakat, olsun...

Türbenin altındaki ağaç kümesi içinde onları bir hayli bekledim. Kadıncağız, epeyce uzaklaşmış, Munise onu yolundan çevirmek için sazların öte tarafına koşmuş olacaktı.

Nihayet, göründüler. Onların ana, kız yan yana gelişleri öyle hazin, öyle hazin bir şeydi ki... Birbirinden çekinir, utanır gibi ayrı ayrı yürüyorlar, çamurlara batıyor gibi yaparak, gecikiyorlardı. Bu kadına muhabbetle, şefkatle dolu bir şeyler söylemeye hazırlanmıştım. Fakat, nedense karşı karşıya geldiğimiz zaman, birbirimize söyleyecek söz bulamadık.

Uzun boylu, narin yapılı bir kadıncağızdı. Arkasında yamalı bir eski çarşaf, yüzünde peçe yerine mor bir yemeni, ayağında topukları kopmuş, sırılsıklam, yırtık iskarpinler vardı. Birden korkuyor gibi titrediğimi hissediyordum. Mümkün olduğu kadar sakin, heyecansız görünmeye çalışarak:

- Yüzünüzü açsanıza, dedim.

Küçük bir tereddütten sonra peçesini kaldırdı. Çok taze olduğu belliydi. Nihayet otuz, otuz beş yaşlarında. Fakat sarışın çehresi öyle yorgun, öyle yıpranmıştı ki...