işte bu fevkalâde ihtiyaçlar karşısında her başım sıkıştığında bu keseye el atmıştım. Fakat, şimdi bu zavallı tor-bacık da öyle hafilemişti ki, içindekilerin! saymaya cesaret edemiyordum. Demek, beş ayın bütün macerasına, bütün yorgunluklarına rağmen beni yaşatan yine ailemin yardımı olmuştu.
Pencereden giren çınar yapraklarıyla oynayarak bunu düşünürken hem güleceğim hem de ağlayacağım geliyordu. Mamafih, yine bir teselli icat ettim.
"Üzülme Çalıkuşu, hiçbir şey kazanamadınsa, geçinmenin, yaşamanın ve tahammül etmenin ne olduğunu da mı öğrenmedin? Bu az kazanç mı? Bundan sonra artık çocukluğu bırakır, kadın kadıncık olursun kızımi" dedim.
Ben, böyle düşünürken boş sofada, birdenbire bir telaş uyandı. İhtiyar bir hademe, bir elinde bir palto, bir elinde bir bastonla Maarif Müdürü'nün odasına doğru koşuyordu.
Birkaç dakika sonra minimini boylu müdürün azametli boynunu yükseltip tek gözlüğünü parlatarak merdivenden çıktığını gördüm. Arkasından odaya girecektim Biraz evvel müdürün paltosuyla bastonunu götüren sakallı hademe karşıma dikildi:
- Dur be hanım, efendi nefes alsın. Acelen ne? Ananın karnında dokuz ay nasıl bekledin? diye bana çıkıştı.
Böyle muamelelere yavaş yavaş alışmıştım, onun için müteessir olmadım. Hatta, bilâkis, halim bir sesle:
- Kuzum baba, beyefendi kahvesini içtikten sonra haber ver. Beklediğiniz muallime gelmiş de, diye rica ettim.
Maarif Müdürü, beklemiyordu. Fakat öyle söylersem hademenin belki daha fazla gayrete geleceğini düşünüyordum. Ne yaparsın bu kurnazlıkları öğrenmek lâzımdı.
İhtiyar hademe, üç beş dakika sonra tekrar odadan çıktı. Siyah çarşafımla beni birdenbire fark edemeyerek söylenmeye başladı:
- Nerede o kadın? Hay Allah, hem adamın iki ayağını bir pabuca sokar, hem kaçar.
- Darılma baba, buradayım. Gireyim mi?
- Haydi, gir bakalım, senin gönlün olsun. Müdür, başı açık, dudağının ucunda kocaman bir puro ile makamında oturuyordu, köşedeki bir koltuğa gömülmüş yaşlı bir zata küçücük vücudundan umulmayacak kadar çatlak, cüretli bir sesle bir şeyler söylüyordu:
- Efendim, ne memleket, ne memleket! Dünyanın israfını yaparlar da kendilerine bir kartvizit bastırmazlar. Seksen kişi sizi görmek istediğine dair kapıdan hademe ile haber gönderir. Hademe doğru dürüst isimlerini söyleyemez, bir keşmekeştir gider. Ben, idarede Deli Petro sistemine taraftarım. Memurları yalnız resmi hayatlarında değil, hususi hayatlarında da takip etmeli; yedikleıi, içtikleri şeye, oturdukları, gezdikleri yere, elbiselerine müdahale etmeli. Gelir gelmez mekteplere bir tamim gönderdim. Asgari iki günde bir tıraş olmayacak, ütüsüz pantolon, yakasız gömlek giyecek muallimlerin azledi-leceklerini söyledim. Dün mekteplerden birini teftişe gidiyordum. Kadının önünde bir muallime rastladım. Tanımazlıktan gelerek: "Git, muallime haber ver, Maarif Müdürü geldi, de!" dedim.
- Efendim, muallim bendenizim, diye cevap verdi.
- Hayır, sen bir hademe olmalısın. Çünkü bu kıyafette muallim olamaz, ben bu şekilde giyinmiş bir muallime tesadüf edersem kolundan tuttuğum gibi sokağa atarım.
Herif taş gibi dondu kaldı. Arkama bakmadan içeri girdim. Şimdi, yarın yine o mektebe gideceğim. Bu adamı aynı halde görürsem derhal azledeceğim.
Söze başlamak için müdürün susmasını bekliyordum. Fakat onda öyle bir teşebbüs yoktu; gittikçe coşarak esip savurmaya devam ediyordu:
- Evet efendim, geçenlerde mekteplere tamim gönderdim: "Muallime ve muallimler mutlaka bir kartvizit bastırmalı. Kartsız olarak makama vuku bulacak müracaatlar kabul edilmez!" dedim. Fakat kime anlatırsın?
Birdenbire sert bir tavırla bana döndü:
"Bahse girerim ki Muallime Hanım da bu tamimi almıştır. Fakat buna rağmen yine kartsız müracaat ediyor. Yine hade-menin ağzında: "Siz bir hanım çağırmışsınız, o geldi!" teranesi. Kim? Hangi hanım? Sarı çizmeli Mehmet Ağa.
Hayretten donakaldım. Demek bütün bu sözler bu hiddet bana karşı. Benim kartsız içeri girmek istediğim için!
- Ben sizden emir almadım efendim, diyebildim.
- Nasıl olur? Siz nerede hocasınız?
- Geçen hafta gelmiştiniz. Zeyniler Köyü muallimesi, kapanmasını emrettiğiniz mektep.
Maarif Müdürü, kaşlarından birini kaldırarak düşündü:
- Ha, evet hatırladım. Ne yaptınız, muamele bitti mi?
- Emrettiğiniz gibi oldu efendim, söylediğiniz evrakı da getirdim.
- Peki başkâtibe teslim edin, tetkik etsin.
Kirli yakalı başkâtip, beni tam iki saat istintak etti. Evrakı tekrar tekrar gözden geçiriyor: "Müteferrika senetleri", "evrak-ı müsbite", "lüzum müzekkeresi", "beyanname sureti", falan diye birçok anlayamadığım şeyler soruyor, ihtiyar heyetinden getirdiğim mazbatalara itiraz ediyordu.
Ben, ikide birde şaşırdıkça onun öyle bir dudak bükmesi, "Sözde bunlar da hoca!" diye bir hakaret etmesi var ki... Yanlış battal edilmiş bir senet pulu için beni adeta ağlatacaktı.
Sonra, bir mesele daha çıkardı. Bilmem kaç yıl önce bir muallımeye dam tamiri için iki yüz elli kuruş vermişler, onun senedi yokmuş:
"Niye bu paranın mahsubu yapılmamış? Senet nerede? Bulamazsan mahkemeye gidersin!" diye ter ter tepinıyordu.
Ben:
- Beyefendi, yapmayınız, ben oraya gideli yarım sene bile olmadı, diye anlatacak gibi oluyor, fakat bir türlü lakırdı an-latamıyordum.
- ilahı efendim, illalah efendim. Ben, böyle rezalete gelemem efendim. Benim deli olmaya vaktim yok efendim, diye [ söylenerek kâğıtları aldı, Maarif Müdürü'nün yanına girdi.
Bulunduğum odada biri sarıklı, öteki, bıyıkları henüz terlemiş iki kâtip daha vardı, masalarının başında kendi işleriyle meşgul görünüyorlar, bizimle hiç alakadar olmuyorlardı.
Başkâtip hiddetle odadan çıkınca bu iki efendi birdenbire yerlerinden fırladılar, müdürün odasına bitişik olan kapıya kulaklarını koyarak dinlemeye başladılar.