Выбрать главу

Fakat kâtiplerin bu zahmeti beyhudeydi. iki dakika sonra müdürün, değil bizim odadan, belki sokaklardan bile işitilecek bir sesle bağırmaya başladığı duyuldu.

Sarıklı kâtip sevincinden, genç kâtibin sırtına vuruyor:

- Allah senden razı olsun Müdür Bey, şu teresi bir kalayla, dinsizin hakkından imansız gelir, diyordu. Maarif Müdürü başkâtibe şöyle söylüyordu.

- Bıktım efendim senden, bıktım senden. Bu, ne şekilpe-restlik, bu ne küflenmiş kırtasiyeci kafası. Hakkı var kadının Sana kaç senelik senedi yaratacak hali yok ya. Aklın ermiyosa git, çık git. istediğin yere kadar yolun açık. Zaten sen gitmez-sen, ben seni taburcu edeceğim. Hay, hay, derhal yaz istifanı. Yazmazsan adam değilsin.

Eyvah yüreğime iniyordu. Kâtiplere:

- Yok hemşire hanım, yok! dedi. Aldırış etme. Müstahaktır o terese, ikide birde kendinden daha edepsiz biri çıkıp ağzının payını vermezse rahat etmez, it dişi, köpek dirisi. Allah senden razı olsun, o, paparadan sonra birkaç gün sakinler, kendinin de kafası dinlenir, bizim de...

Ses kesilmişti: Kâtipler, hemen masalarına koştular. Hafız Efendi, kendi kendine:

- Bu, meseldir; dinsizin hakkından imansız gelir, diye bir şeyler mırıldanıyordu.

Başkâtip, ayaklarıyla beraber sakalı da titreyerek içeri girdi. Başını çevirmeden yanlarına bakan kazlar gibi, gözlerinden birinin yan bakışıyla kâtipleri süzdü. Onlar, öyle sakin ve sessiz çalışıyorlardı ki, müsterih oldu, yavaş yavaş söylenerek yerine oturdu. Mamafih çahşamıyordu. Birkaç kere uflayıp pufladıktan sonra yavaş sesle söylenmeye başladı.

- Elli yaşına gelmiş, bunca memuriyetlerde bulunmuş, muameleye bizim baş hademe kadar aklı ermiyor bu teresin. Kendi yarın cehnnem olur gider, kabak bizim başımıza patlar. Öyle ya, günün birinde başımıza bir müfettiş ekşise, muamelatı bir gözden geçirse: "Be herifler, siz eşek başı mısınız? Bu iki yüz elli kuruşun mahsubu niçin yapılmamış? Sizin bu usulsüzlüğü niye gözünüz görmedi!" dese, herif, hepimizi mahkemeye sevk etse hakkıdır. Hazine-i devlet hukukuyla oyun olur mu? Vallahi biz geberip gitmiş olsak, yüz sene sonra evlat ve ahfadımızdan bu parayı tahsil ederler.

Kâtipler, başlarını defterlerinden kaldırmış, hürmetli bir dikkatle bu serin sözleri dinliyorlardı.

Başkâtip, havayı iyi bularak sordu:

- işittiniz mi mendeburun yediği herzeleri? Hafız hayretle başını kaldırdı:

- Hayrola, bir ses işittik ama, size miydi?

- Kısmen bana; ukala dümbeleği.

- Esef buyurmayınız efendim, onlar muamelata vaki değillerdir. Zatıâliniz olmasanız üç günde bu dairenin altı üstüne gelir.

Bu sözleri, hafız söylüyordu. Biraz evvel başkâtibin uğradığı hakarete çocuk gibi sevinen Hafız Efendi! Yarabbi, bunlar ne tuhaf insanlar!

Bununla beraber, sarıklı kâtibin tahmini bir dereceye kadar doğru çıkmıştı. Başkâtip, geçirdiği fırtınadan sonra hayli yumuşamış ve sakinleşmiş görünüyordu.

Bir sigara yakıp, dumanlarını iki tarafa savurarak:

- Adam sende, kim bu devlete hizmet etmiş de, bir "Allah razı olsun" demişler, dedi ve beni daha fazla yormadan acele acele evrakı teslim aldı.

Biraz sonra, kendi işim için ikinci defa olarak Maarif Müdürü'nün odasına girdiğim zaman, yorgunluktan dizlerim titriyor, gözlerim kararıyordu.

Müdür, şimdi başka bir davanın peşindeydi. Türlü huysuzluklarla hademelere, odasının tozlarını aldırıyor, duvardaki resimlerin yerlerini değiştiriyor ve ikide birde küçük bir el aynasında saçlarını, kravatını muayene ediyordu.

Hâlâ aynı köşede oturan ihtiyar efendi ile aralarında geçen bazı sözler bana bu hazırlığın sebebini anlattı: B.'ye, Piyer For isminde bir Fransız gazeteci gelmiş, Maarif Müdürü dün akşam Vali tarafından verilen ziyafette bu muharrir ve karısı ile tanışmış. Piyer For, çok enterasan bir adammış. Gazetesinde: "Yeşil B.'de Birkaç Gün" serlevhası altında bir seri makale yazacakmış.

Müdür, heyecanla anlatıyordu:

- Bugün saat üçte karı koca, ziyaretime gelmeyi vaat ettiler. Kendilerine mekteplerimizin bir ikisini göstereceğim. Gerçi bir Avrupalıya göğsümüzü gere gere gösterebilecek bir mektebimiz yok ama, bir politika yapacağım çaresiz. Herhalde lehimize yazı koparacağımızı umuyorum. Bereket versin ki, ben bulundum burada, yoksa bu ziyaret selefim zamanında olsaydı, Avrupalıya rezil olduk gittiydi.

Ben, hâlâ kapının yanında, paravanın bir köşesinde bekliyordum. Acele acele:

- Yine ne var, hanım? dedi.

- Muamele bitti, efendim.

- Pekâlâ, teşekkür ederim.

- ü!

- Teşekkür ederim, gidebilirsiniz.

- Bana başka bir emriniz olacaktı. Yeni bir memuriyet için.

- Evet, fakat şimdi açık yerim yok. Münhal vukuunda bir şey yaparız, isminizi kaleme kaydettirin.

Maarif Müdürü, bunları keskin bir sesle acele acele söylüyor ve bir an evvel çekip gitmemi bekliyordu.

"Münhal vukuunda!"

Bu sözü istanbul'da, Maarif Nezareti'nde de birçok defalar işitmiştim ve manasını maalesef çok iyi biliyordum. Müdürün sinirli sesi bende tuhaf bir isyan uyandırmıştı. Dışarı çıkmak için kapıya bir adım attım, fakat o saniyede gözümün önüne bir hayal, oteldeki odamızda minimini keçisiyle oynayarak beni bekleyen Munise'nin hayali geldi.

Evet, ben, şimdi eski Feride değildim. Hemen hemen ağır vazifeleri olan bir anneydim.

O vakit, tekrar döndüm. Yağmur altında sokaklardan geçenlere el açan bir fukara gibi başım önüme düşmüş, sesimde bir korkak dilenci ahengiyle:

- Beyefendi, beklemeye vaktim yok, dedim. Söylemeye utanacağım, fakat müşkül bir vaziyetteyim. Eğer bana hemen bir iş vermezseniz...

Daha fazlasını söyleyemiyordum. Yeisimden, utancımdan göğsüm tıkanıyor, gözlerim yaşlarla doluyordu.

O, aynı titiz ve telaşlı tavrıyla: