Latasını çıkarmaya başlamıştı Ben ayağa kalkarak:
- Efendim, rahatsız etmeyeyim, sonra gelirim, diye dışarı çıkmak istedim O, bir el işaretiyle tekrar oturmamı emretti:
- Yok canım efendim, teklif mi var? Bir bakıma senin pederin sayılırız, dedi.
Arkasında mor çizgili sarı atlastan bir yelek yahut gömlek vardı. (Yakasına bakarsan gömlek, ceplerine bakarsan yelek).
Sobanın yanına bir iskemle çekerek oturdu. Kocaman meşin kunduralarının at nalı şeklinde çivilerle süslü tabanlarını ateşe vererek benimle konuşmaya başladı.
Çekiçle üstlerine vurulan madenler gibi, kulakta çınlayan tuhaf bir sesi vardı; bütün K'leri G gibi telaffuz ederek konuşuyordu.
- Sen bayağı çocukmuşsun, be kızım. "Her yerde işittiğim bu söz artık canımı sıkmaya başlamıştı." Dün de işlerin amma tıkırında gitmiş ha! Şu var ki, bir memuriyetin muhafazası, o memuriyetin istihsalinden daha müşküldür. Gayri ona göre çalışırsın, Benim muallimlerim kendi öz kızlarım demek-tir. İlle velâkin gayet ciddi olmalı. Bir tanesi geçenlerde bir hal yiyecek olduydu: Tövbeler olsun, Maarif Müdürü'ne sormadan pasaportunu eline verdim, kapı dışarı ettim. Öyle değil mi, Şehnaz Hanım? Ağzını açmaya tövbe mi ettin?
Şehnaz Hanım, mektebin müdür muaviniydi. Öksürmeden lakırdı söyleyemeyen orta yaşlı, cılız, hasta yüzlü bir kadıncağız. Deminden beri bir şey söylemek istediğine dikkat ediyordum. Sinirli sinirli.
- Evet, evet, öyle olmuştu, dedi. Sonra söz söylemek fırsatını kaçırmamak istiyor gibi:
- Hamalları iki mecidiyeden aşağı razı edemiyorum, ne yapalım? diye ilave etti.
Müdür Efendi, sobanın yanında dumanlan çıkmaya başlayan ıslak kundurularının naili tabanlarından tutuşmuş gibi yerinden fırladı:
- Bak tereslere, tövbe olsun arkalığı sırtıma alır, eşyayı kendim taşırım. Ben delibozuk bir herifim. Yapar mıyım, yapa-, rım, sen git, öyle söyle.
Sonra tekrar bana döndü:
- Sen, benim bu şaşı gözlerimi görüyor musun? Onların l yan bakışlarını alimallah bin liraya satmam. Şöyle bir bakıver-l dim mi, akılları başlarından gider. Yani demem o demek ki, ari-l fe olmalı, fadıla, edibe olmalı Vazifede kusur etmemeli, hariç-j ten muallimlik vakarını muhafaza etmeli. Muavine Hanım, ders f vakti oldu mu dersin?
- Oldu efendim, talebe sınıfa girdi.
- Haydi kızım, seni talebeye takdim edeyim, ille velâkin | evvela git, şu yüzünü iyi bir yıka.
Müdür Efendi, bu sözleri biraz sıkılarak, sesini alçaltarak! söylemişti. Fena halde şaşırdım, acaba yüzüme bir şey mi sü-| rülmüştü?
Muavine Hanım'la birbirimize baktık. O da benim gibij mütehayyirdi:
- Yüzümde bir şey mi var efendim? dedim.
- Kızım, kadın kısmının süs ve altına tutkusu bir yaradılış eğilimidir, ille muallim kısmının öyle yüzü, gözü boyalı sini fa girmesi caiz değilir. Bugün sana pederane ihtar ediyorum.
Ben, şaşkın şaşkın:
- Fakat bende boya yok, Müdür Efendi, ben dünyada yüzüne boya sürmüş insan değilim, dedim.
Recep Efendi, aksi aksi yüzüme bakıyor'
- Amma yaptın ha, amma yaptın ha, diyordu. Birdenbire işi anladım ve kendimi tutamayarak güldüm:
- Müdür Efendi, o boyalardan ben de şikâyetçiyim. Ama ne yapalım ki Allah sürmüş, su ile çıkarmaya imkân yok, dedim. Muavine de benimle beraber gülmeye başlamıştı:
- Hanımın tabii rengi efendim, dedi.
Bu defa, kahkahalar Müdür Efendi'ye sirayet etti. Fakat, onun gülüşü de herkesten başka türlü idi. "Ha, ha, ha" diye gülerken (h) harflerini, yine mektebe gelmiş çocuklara alfabe talim eder gibi tane tane döküyodu.
- Amma tuhaf iş ha, Allah'tan ha, Allah'tan ha? Allah da verdi mi verir. Sen, böyle parlak yüz gördün mü Muavine Hanım? Kızım, annen sana süt yerine gül reçeli mi emzirdi be? Hay Allah!..
Herhalde bu Recep Efendi, pek hoş bir insan olacaktı. Çarçabuk kanım kaynamıştı.
Müdür Efendi, hâlâ üstünde ince ince dumanlar tüten latasını giymiş, beni sınıfa götürmeye hazırlanmıştı. Bir koridor penceresinden talebelerimi görür görmez yüreğim ağzıma geldi. Ne kabalık Yarabbi! Dershanede belki elli çocuk vardı. Hepsi de hemen hemen benle akran genç kızlar. Birdenbire üstüme dikilen bu bir yığın göz karşısında adeta eriyordum.
Müdür Efendi, hemen bu dakikada çekilip gitseydi, müşkül bir vaziyette kalacak, lakırdılarımı şaşıracaktım. Bereket versin, onda müthiş bir dinletme merakı vardı:
- "Çık kızım, makamına bakalım!" diye hemen hemen zorla beni kürsüye çıkardıktan sonra, uzun bir nutuk verdi. Aman, neler söylüyordu! Avrupalılar tıbbı, kimyayı, felekiyat ve riyaziyatı Araplardan aldıkları halde biz ne halt karıştırıp Avrupalılardan yeni bilgileri almıyoruz? Avrupalıların hazaini ilm-ü irfanına payzeni duhul olup gücün yettiği kadar ganimetler almak meşru bir çapul imiş. Bu çapul öyle topla, tüfekle olmaz, ancak Fransız diliyle olurmuş.
Müdür Efendi, iyiden iyice coşmuştu. O maden gibi kulaklardan çınlayan sesiyle bağırarak beni gösteriyordu:
- O memalik-i irfanın anahtarları, na, şu parmak kadar kızın elindedir. Siz, onun heybetine bakmayın, parmak kadar görünür ama, içi cevherlidir. Maşallah. Sıkı yapışın, boğazına basın, ilmi ağzından alın, limon gibi sıkın ha...
O melun kahkaha nöbetlerinden birinin tutmak üzere olduğunu hissediyor, yerlere geçiyordum. Aman Yarabbi, rezil olacaktım! İlk defa doğrudan doğruya sınıfa bakmaya cesaret ettim. Onlar da gülüyordu. Böylece talebemle ilk bakışımız tatlı bir tebessüm oldu. Öyle zannederim ki, bu bakış, bu gizli gülüş, o anda bizi birbirimize sevdirdi.