- Nafile böceğim... Sen hakikaten sallanmaktan korkuyorsun. Benzin kül gibi oldu, düşeceksin, dedi.
Müdür Efendi, öğle yemeğinde bizimle beraberdi.
Benim bugünkü neşesizliğimi o da fark etmişti, ikide bir: "Hani, niye gülmüyor? Vay aksi çocuk vay... Gülme, dediğim yerde gülersin, burada somurtur durursun!" diyordu. Adamcağız, yemekten sonra da peşimi bırakmadı. Mektepten, mahsus çay semaveri getirmişi. Bana eliyle çay pişirmek istiyordu. Hocalardan biri uzaktan el işaretleriyle beni çağırdı:
- Hademelerden birini gönderip Şeyh Yusuf Efendi'ye bir tambur getirttik. Uzak bir yerde ona çalgı çaldıracağız. Aman, şu zevzeğin elinden kendini kurtar da gel, dedi.
Bu, hakikaten kaçrılmayacak bir fırsattı. Yusuf Efendi'nin musikisi beni sardıkça sarmıştı. Zavallı bestekâr, epeyce zamandan beri hastaydı. Metebe gelmiyordu.
Bir iki günden beri iyileştiğini işitiyorduk. Bugünkü mektep eğlencesine o da gelmek istemişti.
Kadın hocalar, bir bahane ile Yusuf Efendi'yi erkeklerden ayırmışlardı. Sekiz, on kişilik bir kafileyle, kendimizi göstermeye çalışarak dere kenarındaki ince yolu takibe başladık. Şeyh Efendi, bugün çok canlı ve neşeliydi. Yolun uzadığını görerek onun yorulmasından korkanlara gülüyor: "Bu ince yol, ebedi gitse yorulmayacağım. Bugün kendimi o kadar kuvvetli hissediyorum ki!" diyordu.
Arkadaşlardan biri usulca kulağıma eğildi, erkek muallimlerden bazılarının bir köşede gizlice rakı içtiklerini, Şeyh Efendi'ye de birkaç kadeh verdiklerini söyledi. Yusuf Efendi'nin neşesi, belki biraz da bundan ileri geliyordu.
Dere yolunda on beş dakika yürüdükten sonra bir harap su değirmenine vardık. "Çağlayanlar" dedikleri bu yerde vadi birdenbire daralıyor, adeta bir boğaz vücuda getiriyordu. Dere kenarındaki kayalıklar öyle yüksekti ki, güneş aşağıya kadar inemiyor, sular, adeta bir fecir aydınlığı içinde akıyordu.
Buradan bizi kimsenin işitmesine imkân yoktu. Şeyh Yusuf Efendi'yi sık yapraklı bir ceviz ağacının altında oturttular, tamburu eline verdiler. Ben, uzakça bir yere, etraftan suların köpüre köpüre aktığı bir kayanın üstüne sinmiştim. Arkadaşlar, yine rahat vermediler:
- Olmaz, olmaz... Buraya gel, mutlaka geleceksin! diye beni, bestekârın karşısına oturttular.
Tambur başladı. Bu musiki, ömrümce kulaklarımdan gitmeyecek! Arkadaşlar, çimenlerin üzerine yarı uzanmışlardı. En kaba saba görünenlerin bile ağlayacak gibi dudakları titriyor, gözleri doluyordu.
Kumral, saçlarını omzuma dayayan Vasfiye'nin kulağına:
- Ben, Şeyh Efendi'yi ilk defa mektepte dinlemiştim. Çok güzeldi tabii, fakat böyle değildi, dedim.
Vasfiye, süzgün gözlerinde muammalı bir gülümseme ile:
- Evet, çünkü Yusuf Efendi ömründe hiçbir gün bugünkü kadar mesut ve aynı zamanda bedbaht olmadı, dedi.
- Niçin? diye sordum.
Dikkatli dikkatli yüzüme baktı, başını tekrar omzuma bırakarak:
- Sus, dinleyelim, dedi.
Şeyh, bugün hep eski şarkıları çalıyordu. Bunlardan hiçbirini şimdiye kadar dinlememiştim. Her parçanın sonunda, artık bitecek, diye yüreğim titriyordu. Fakat gözleri yarı kapalı, yavaş yavaş sararmaya başlayan şarkıları ince bir terle nemlenmiş, birini bitirdikten sonra ötekine başlıyordu.
Gözlerimi, bu yarı kapalı gözlerden ayıramıyordum Bir aralık, solgun yanaklarına birkaç damla yaşın süzüldüğünü gördüm. Birdenbire yüreğim oynadı. Bir hastayı bu kadar yormak günahtı. Dayanamadım, şarkılardan birini bitirmesinden istifade ederek:
- Biraz dinlenmez misiniz? dedim. Rahatsız görünüyorsunuz. Neyiniz var?
Cevap vermedi. Islak kirpikleri arasında o, masum çocuk gözleriyle derin derin bana baktı, sonra tekrar başını tamburuna dayayarak yeni bir şarkıya başladı:
"Pür ateşim, açtırma benim ağzımı zinhar Zalim, beni söyletme derunumda neler var."
Yusuf Efendi, şarkıyı bitirirken, başı tamburun üstüne düştü. Zavallıya hafif bir baygınlık gelmişti. Hocalar, hep şaşırdılar. Ben: "Biz sebep olduk, bu kadar yormamalıydık!" dedim. Mendilimi ıslatmak için süratle taşların üstünden sıçrayarak dereye indim. Bu, çok hafif bir baygınlıktı. Hatta adeta bir baş dönmesi. Elimde ıslak mendille yanına döndüğüm vakit o, gözlerini açmıştı.
- Bizi korkuttunuz efendim, dedim. O, renksiz bir gülümseme ile:
- Bir şey değil, ara sıra oluyor, dedi.
Arkadaşlarımda bir tuhaflık hissetmeye başlıyorum. Manalı manalı bana bakıyorlar, aralarında yavaş sesle bir şeyler söyleşiyorlardı.
Aynı yoldan geri dönüyorduk. Ben Vasfiye ile beraber en arkaya kalmıştım.
- Bu Şeyh Efendi'de bir hal var, dedim, için için bir şeye üzülüyor gibi görünüyor.
Arkadaşım, o biraz evvelki manalı bakışıyla beni tekrar süzdü:
- Sahi mi söylüyorsun, Feride? Hatırın kalmasın, fakat inanamayacağım. Demek sen hiçbir şey bilmiyorsun? Vasfiye, garip bir bakışla bana gözlerini dikmişti.
- Bilsem saklamaya ne sebep var? dedim. O, yine inanmadı:
- Bütün B.'nin bildiği bir şeyi sen nasıl bilemezsin? Bu manasız şüpheye gülümseyerek omuzlarımı silktim:
- Biliyorsunuz ki ben B.'de çok kapalı ve yalnız yaşıyorum. Kimsenin hiçbir şeyi ile alakadar değilim.
Arkadaşım ellerimi tuttu:
- Yusuf Efendi, seni ölesiye seviyor, Feride, dedi.
Gayri ihtiyarı ellerimi yüzüme kapadım. Dere kenarında çocukların sevinçli gürültüsü hâlâ devam ediyordu. Kimseye sezdirmeden kafileden ayrıldım, iki bahçe arasındaki dar bir yoldan saparak kendi kendime eve döndüm.
B 25 Temmuz
Yaz ayları uzadıkça uzadı. Sıcaklar tahammül edilmeyecek derecede. Her şey sarardı, etrafta yeşillik namına bir şey kalmadı. Karşıdaki koyu yeşil tepeler soluk, yanık bir renk bağladı. Uzakta, yaz güneşinin kamaştırıcı ışıkları içinde kocaman kül yığınları gibi cansız ve manasız görünüyor. Sıkılıyorum. Boğulacak gibi, ölecek gibi sıkılıyorum. Memleket şimdi bomboş. Talebeler dağıldı, hocalardan birçoğu tatil aylarını geçirmeye başka yerlere gitti. Nezihe ile Vasfiye bana ara sıra istanbul'dan mektup gönderiyorlar. Bu sene İstanbul çok güzelmiş. Suları, adayı anlata anlata bitiremiyorlar. Bir yolunu bulurlarsa orada kalacaklarmış.