Doğrusu istenirse, benim de burada kalmaya niyetim yok. Şeyh Yusuf Efendi vakası beni çok müteessir etti. İnsan içine çıkmaya utanır oldum. Mektepler açılacağı vakit başka bir yere razıyım. Öyle bir yer ki, beni üzsün, uğraştırsın, ziyanı yok, fakat kendi kendime yalnız bıraksın.
B . ~ 5 Ağustos
Hoca olduğumdan beri ikinci defadır ki talebelerimin gelin olduğunu görüyorum. Fakat bu sefer o zavallı Zehra'nın-ki gibi değil. Bu gece, bu saatte Cemile artık kirpiklerinde kuru-mamış gözyaşı damlalanyla yatağında uyumuyor. Cemile'nin güzel başına bu gece, bu saatte sevdiği genç mülazımın göğsü yastık oldu.
Bu çocukların ikisi de birbirlerine olan sevdalarında öyle sebat ettiler ki, nihayet anneleri, babaları da baş eğmek mecburiyetinde kaldı.
Cemile'yi de, Zehra gibi, kendi elimle süsledim. Bir zamandan beri hiçbir kalabalık yere gitmemek için inat ediyordum. Fakat Cemile mahsus evime geldi, ellerimi öperek yalvardı. Bir gece, karanlıkta kendisine ettiğim hizmeti acaba anladı mı? Bilmiyorum. Fakat anasını, babasını razı ettiği gün ilk müjdeyi bana getirmişti, ihtimal ki şüphe ediyor.
Evet, Cemile'yi elimle süsledim, duvağını elimle taktım. Burada bir âdet var: Kim olursa olsun genç kızların saçma mutlaka bir parça gelin teli takıyorlar, bunu bir uğur sayıyorlar. Hırçın inadıma rağmen Cemile'nin annesini, saçımın bir tarafına minimini bir tel parçası iliştirmekten men edemedim.
Mülazımı çok merak ediyorum. Cemile'yi onun kolunda görmedikçe saadetlerine inanamayacaktım. Fakat, buna imkân olmadı. Erkenden evime dönmek mecburiyetinde kaldım.
Her yerde olduğu gibi, burada da bütün kadınların gizli gizli bana baktıklarını, birbirlerine bir şeyler fısıldadıklarını görüyordum. Bütün dudaklarda yine bir "Ipekböceği" sözüdür dolaşıyordu. Belediye Reisi'nin karısı olduğunu söyledikleri, elmaslara, altınlara batmış bir şişman kadın, dikkatli dikkatli yüzüme baktıktan sonra yanındakilere, benim işitebileceğim bir sesle:
- Bu Ipekböceği sahiden afet, adamcağızın yanmakta hakkı varmış, dedi.
Artık burada duramazdım. Cemile'nin annesinden müsaade istedim; hasta olduğumu, mümkün değil duramayacağımı söyledim. Küçük gelinin yanında muallim arkadaşlarımdan birkaçı vardı, ihtiyar kadın, bana onları gösterdi:
- Cemile'ye hocaları nasihat veriyorlar, sen de bir iki şey söyle kızım, dedi.
Bu masum arzuyu gülümseyerek kabul ettim. Talebemi bir köşeye çekerek:
- Cemile, dedim, hocan olmak sıfatıyla annen, sana nasihat vermemi istedi. Sen, nasihatlerin en güzelini kendi kendine verdin. Yalnız, çocuğum, sana bir tembihim olacak. Mülazımın şimdi senin yanına gelmeden evvel sokakta yabancı bir kadının geldiğini, sana gizli bir şey söylemek istediğini haber verirlerse sakın dinleme, yavrum, o kadından kaç, güzel başını mülazımının kuvvetli göğsüne sakla.
Cemile, bu sözlere, kim bilir, ne kadar hayret etmiştir? Hakkı var; çünkü şimdi ben bile hayret ediyorum. Onları bir yabancı ağzından işitmiş gibi sebebini, manasını kendi kendime soruyorum.
B 27 Ağustos
Bu akşam, minimini bahçemizde ziyafet vardı. Munise ile beraber, Hacı Kalfa ile ailesini akşam yemeğine davet etmiştik. Alay olsun diye sokaktan üç dört kırmızı kâğıt fener aldırmış, cılız bir badem ağacının sofra üzerine eğilen dallarına asmıştık.
Hacı Kalfa, bunları görünce pek keyiflendi:
- Ayol, bu ziyafet değil, On Temmuz şenliğidir, dedi.
- Hacı Kalfa, bu gece benim kendi On Temmuzum, dedim. Evet, bu gece kendi hürriyet şenliğimdi. Çalıkuşu, kafesinden kurtulalı bu gece tam bir sene olmuştu. Bir sene, üç yüz altmış beş gün. Ne uzun?
Evvela çok neşeliydim. Mütemadiyen gülüp söylüyordum. O kadar maskaralık ediyordum ki, Samatyalı Madam, gülmekten tıkanıyor, Hayganuş'un sivilcelerle dolu şişkin yüzü dallardaki kırmızı fenerler gibi bir renk alıyordu. Hacı Kalfa'nın ellerini dizlerine vurarak:
- Dil otu mu yedin be kızım? diye gülmesi vardı ki...
Geç vakte kadar bahçede oturduk, sonra fenerlerimden birini Mirat'a, birini Haganuş'a vererek misafirlerimi selametledim. Munise, gündüzden çok yorgun olduğu için daha biz konuşurken sandalyesinde uyuklamaya başladı. Onu yatağına gönderdim, kendim, tek başıma bahçede kaldım.
Sakin, yıldızlı bir geceydi. Karşı setteki evlerde ışıklar sönmüştü. Dağ yolu, bu yıldızlı semanın içinde korkunç bir gölge yığını gibi yükseliyordu.
Bileklerimle alnımı setin kenarıdaki parmaklığın soğuk demirlerine dayadım. Etrafımda ne ses, ne hayat, yalnız uçurumun dibinde, bu dayanılmaz sıcaklara rağmen hâlâ kurumayan derede hafif bir çağıltı, birkaç yıldız aksi.
Kâğıt fenerlerin mumu artık tükeniyordu. Onların renkli ışıklarıyla beraber içimdeki neşenin de sararıp solduğunu, gönlüme derin, çaresiz bir karanlığın inmeye başladığını hissediyordum.
Bu bir senenin kâh karanlığını, kâh aydınlık günlerini bi-1 rer birer hayalimden geçirdim, ne uzun, Yarabbı, ne uzun?
Soğuğa, cefaya, mihnete hiç şikayetsiz tahammül eden sağlam bir vücudum var.
İhtimal, daha kırk sene, elli sene yaşayacağım. İhtimal daha elli yaş bu hazin muzafferiyetin hazin yıldönümünü gör-1 mem lâzım gelecek. Hayat, ne uzun, Allah'ım, ne uzun?
İhtimal, Munise de bana kalmayacak.
Saçlarıma yavaş yavaş aklar düşecek.
Ümit edeyim, tahammül edeyim, güzel. Ben, buna razı-' yım, fakat niçin, neyi beklemek için?