Выбрать главу

Solakzadelerin bu küçük beyi hemen kırk beşi aşkın bir zattı. Saçlarıyla bıyıklarının bir kısmı ağarmıştı. Bir kibar evladı olduğu halinden belliydi. Giyinişi, duruşu, söz söyleyişi Feridun'dan büsbütün başka idi. Çehresi ve beyaz saçları, arkadaşının bana verdiği korku ile karışık fena tesiri hemen hemen izale eti. içime biraz emniyet gelir gibi oldu.

Burhanettin Bey, kolay ve seri söz söylüyordu. Nazik bir baş işaretiyle uzaktan selam verdi, hafifçe eğilerek:

- Burhanettin bendeniz. Efendim, peder merhum emlaki içinde en ziyade bu bağı severdi. "Burası uğurludur, bana ne kadar saadet geldiyse bu bağdan geldi!" demeyi mutat edinmişti. Tenezzülen teşrif ettiğinizi öğrenince, merhumun bu sözlerini tam bir keramet gibi tesdik ettim.

Bu, hesapça bir kompliman olacaktı. Fakat bu Burhanet-tin Bey'in ne alakası vardı?

Hayretle Nazmiye'nin yüzüne bakarak cevap bekledim. Fakat, o, bana bakmıyor, gözlerini gözlerimden kaçırmakta inat ediyordu. Bu dakikaya kadar bağ sahibi sandığım hanım, Munise'yi elinden tutarak dışarı götürmüştü.

Yarım saatten ziyade bir zaman bu odada beraber oturduk. Şuradan, buradan konuşuyorduk. Daha doğrusu konuşuyorlardı. Çünkü bende konuşmaya değil, söylenen sözleri bile anlamaya mecal kalmamıştı. Demir bir pençe kalbimi sıkıyor, nefesimi daraltıyordu. Zihnim durmuştu. Hiçbir şey düşünmüyor, hiçbir şey duymuyor, yuvasında tecavüze uğramış bir hayvan yavrusunun idraksiz korkusuyla köşeme büzülüyor, küçülüyordum.

Aşağıda bir keman taksimi yaptılar, bunu bir gazel, daha sonra kalınlı, inceli birçok seslerin söylediği şarkılar takip etti.

Bir kanepede yan yana oturan Nazmiye ile nişanlısı, gittikçe daha ziyade birbirlerine sokuluyorlardı. Yavaş yavaş onlara arkamı çevirdim. Bunlar çok adi ruhlu insanlardı, iki yabancının önünde, sinemadaki o çirkin aşk sahnelerinden birini oynar gibi çekinmeden, utanmadan baş başa... Evet, bunlar çok adi ve fena insanlardı.

Biraz evvel şişman hanım, masanın üstüne şişeler, tabaklarla dolu bir tepsi bırakmıştı. Burhanettin Bey, elleri cebinde, odanın içinde dolaşıyor, ara sıra bize arkasını çevirerek bu masanın önünde duruyordu.

Bu gezinmelerden birinde binbaşının önümde durduğunu, hafifçe eğildiğini gördüm:

- Inayeten kabul buyurmaz mısınız, küçükhanım?

Hayretle gözlerimi kaldırdım. Elindeki küçük bir kadehin içinde yakut kırmızı bir içki parlıyordu. Başımla reddettim. Gayet yavaş:

- istemem, dedim.

O, daha ziyade eğildi, sıcak nefesi yüzüme dokunarak:

- Zararlı bir şey değil, küçükhanım. Dünyanın en nazik ve masum bir likörü. Değil mi, Nazmiye Hanım? Nazmiye, ona başıyla işaret etti:

- Israr etmeyiniz Burhanettin Bey, Feride, burada kendi evinde sayılır. Nasıl isterse öyle yapsın.

Burhanettin Bey, ağarmaya başlamış saçları, munis ve kibar çehresi bu dakikaya kadar bana müphem bir emniyet vermişti. Neydi bu başıma gelen şey Yarabbi? Kendimi nasıl kurtaracaktım?

Odadaki ışıklar yavaş yavaş sönüyor, gözlerime çöken bu karanlığın içinde kıvılcımlar uçuşuyordu. Çalgı sesi kulağıma uzak bir denizin uğultusu gibi geliyordu:

- Elmas kızım yemek vakti geldi, sofrada birkaç misafirimiz var, sizi bekliyorlar.

Bu sözleri o şişman kadın söylemişti. Biraz kendimi toplar gibi oldum:

- Teşekkür ederim, rahatsızım, beni burada bırakınız, diyebildim.

Bu sefer, Nazmiye yanıma yaklaştı:

- Ferideciğim, vallahi yabancı değil, Feridun'la, Burhan Bey'in iki arkadaşı, sonra, onlardan bazılarının nişanlıları, zevceleri, öyle ya zevceleri, gelmezsen çok ayıp olur. Mahsus senin için geldiler.

Bileklerimi Nazmiye'nin elinden kurtarmaya çalışıyor, koltuğun kenarlarına tutunarak köşeme büzülüyordum. Söz söylemek mümkün değildi. Dişlerimi sıkmasam, onların birbirine çarpacağını hissediyordum.

Burhanettin Bey:

- Misafirimiz ne emreder, nasıl isterse öyle hareket et-mek borcumuz. Siz misafirlerin yanına ininiz. Feride Hanım'ın biraz rahatsız olduğunu söyleyiniz. Binnaz Hanım, siz de bizim yiyeceğimizi buraya getiriniz. Misafirimi yalnız bırakmamak benim vazifem.

Bu dakikada çıldırıyordum. Bu odada, Burhanettin Bey'le yalnız kalmak, beraber yemek yemek!

Ne yaptığımı bilmeden, düşünmeden yerimden fırladım, var kuvvetimi tolayarak:

- Peki, istediğiniz gibi olsun., dedim.

Nazmiye ile nişanlısı kol kola önümüzden iniyorlardı. Burhanettin Bey, bir adım geriden beni takip ediyordu.

Karanlıkta taşlığın nihayetinde bir kapı açıldı. Kamaştırıcı bir pırıltı birdenbire gözlerimi yaktı. Avizelerin tavandan döktüğü ışık selleri içinde sendeleye sendeleye birkaç adım yürüdüm.

Duvarlarda, salona hudutsuz derinlikler veren endam aynaları parlıyor, avizelerin aksi, karanlık bir yolda koşan meşaleler gibi ta uzaklara gidiyordu.

Birçok gözler, çehreler, rüyada görülmüş gibi karışık, bulanık kadın, erkek çehreleri. Sonra korkunç bir el şakırtısı koptu. Çalgının uğultusu içinde sesler derinleşiyor, bulanıyor, fakat bir türlü sönmüyor, uğultulu dağ rüzgârları gibi ta uzaklara haykırıyordu: "Yaşasın Burhanettin Bey, yaşasın Gülbeşeker, Gülbeşeker, Gülbeşeker."

*

Gözlerimi açtığım vakit kendimi Munise'nin kollarında buldum. Küçüğüm: "Abacığım" diye ağlayarak yüzünü yüzüme sürüyor, ıslak saçlarımı, kolonyadan yanan gözlerimi öpüyordu. Üstüm başım sırılsıklam olmuştu. Odanın yarım aydınlığında birçok gözün bana baktığını hissediyordum, ilk hareketim, kollarımla açık boynumu saklamak oldu.

Tanımadığım bir ses: