- Dışarı çıkın, rica ederim, dışarı çıkın.diye bağırıyordu. Hafifçe çırpınmak, yerimden kalkmak istedim. Bir el beni omzumdan tuttu:
- Korkma kızım, hiçbir şey yok, korkma, dedi.
Kirpiklerimin arasından bu sözü söyleyenin yüzüne baktım, her zaman ceketinin önü açık duran şişman kolağasıydı. O da bana baktı, sonra yanındakilere dönerek:
- Biçare, sahiden çocukmuş, dedi.
Nazmiye, yere diz çökmüş, bileklerimi ovuşturuyor: "Feri-1 deciğim, biraz açıldın mı? Aklımızı başımızdan aldın!" diyordu.
Yüzünü görmemek için başımı öte tarafa çevirdim, gözle-1 rimi kapadım.
Sonradan öğrendiğime göre, bu baygınlık bir çeyrekten l fazla devam etmiş, Kolonyalar, yün yakıp koklatmalar, hiçbir şey tesir etmiyormuş. O kadar ki, artık ümit kesmeye başlamışlar, şehirden doktor getirmek için bir bağ arabası hazırlatmışlar.
Kendime geldikten sonra, o araba ile beni şehre götürme-1 lerini istedim. Razı olmazlarsa gece vakti tek başıma yola düş-1 mekten çekinmeyeceğimi söyledim. Çaresiz, razı oldular. Şiş-| man kolağası paltosunu giyerek arabacının yanına atladı.
Yola çıktığım vakit Burhanettin Bey, çekine çekine bana| yaklaştı, yüzüme bakmaya cesaret edemeyek:
- Feride Hanım, dedi, siz bizi çok yanlış anladınız, emini olunuz ki, kimsenin size karşı fena bir niyeti yoktu. Sadece ik-l ram etmek, bir bağ eğlencesi göstermek istemiştik. Istanbul'dal terbiye görmüş, sonra mesela birkaç gün evvel arkadaşlarımız-! dan biriyle konuşmakta bir beis görmemiş bir küçükhanımınj bu kadar vahşi tabiatlı olacağını nasıl tahmin ederdik? Tekrar| temin ederim ki, size karşı bir fena niyet yoktu. Mamafih, üzüldüğünüz için sizden af rica ederim.
Araba, ince dağ yollarının karanlıklarına dalmıştı. Bir köşede üşür gibi titreyerek büzülüyor, gözlerimi kapıyordum. Yavaş yavaş başımda bir başka gecenin hayali uyanıyordu. Kozyatağf ndaki köşkten kaçtığım, ne yaptığımı düşünmeden bir başıma, karanlık yollara düştüğüm gece...
Baygın kokulu iğde dallan, ara sıra arabanın penceresinden giriyor, yüzüme, gözlerime dokunarak beni rüyamdan uyandırıyordu.
Başını arabanın öbür penceresine dayayan Munise'nin derin derin içini çektiğini işittim. Yavaşça:
- Munise, sen uyumadın mı? diye sordum.
Cevap vermedi, başını daha ziyade eğdi. O zaman dikkat ettim; küçüğüm ağlıyor, hem de bir büyük insan gibi gözyaşlarını karanlıkta gizlemeye çalışarak:
Ellerini tuttum:
- Ne var, kızım? dedim.
Benden daha çok yaşamış, daha çok anlaşmış büyük bir insan ıstırabıyla başımı kollarının içine aldı, kulağıma eğilerek:
- Abacığım, ben bu gece ne kadar ağladım. Ne kadar korktum. Seni niçin oraya çağırdıklarını anladım, abacığım. Bir daha öyle yerlere gitmeyelim E mi? Ya sen? Allah esirgesin, annem gibi... Ben ne olurum sonra abacığım!
Ah, ne zillet ne sefalet, Yarabbi! Düşmüş bir kadın gibi bu çocuktan utanıyor, yüzüne bakmaya cesaret edemiyordum.
Başımı, onun küçük dizlerine koydum, eve gidinceye kadar annesinin kucağında ağlayan bir çocuk gibi için için ağladım.
Müdire Hanım'ın evine gittiğim vakit güneş yeni doğmuştu. İhtiyar kadın, sabahın bu saatinde ağlamaktan şişmiş gözlerim, sararmış yüzümle beni görünce şaşırdı:
- Hayırdır inşallah. Feride Hanım. Ne oldu, kızım? Seni hiç böyle görmedim. Hasta mısın? dedi.
Bu hanımın sakin ciddiyeti, çatkın çehresi beni daima biraz korkutmuş, kalbimi açmaya mani olmuştur. Fakat bu saatte, bu yabancı memlekette ondan başka derdimi anlatacak kimsem yoktu. Sonra vazifem, mesleğim beni buna mecbur ediyordu.
Utuna utana, titreye titreye dün geceki vakayı anlattım. Hiç bir noktasını gizlemedim. İhtiyar kadın, biı şey söylemeden dinliyor, kaşlarını çatıyordu. Hikâyenin sonunda boynumu büktüm, yaşlı gözlerimle gözlerinden bir teselli cevabı dileyerek:
- Müdire Hanım, dedim, sız benden yaşlısınız. Benden çok fazla şeyler biliyorsunuz. Allah için bana doğrusunu söyleyin. Şimdi ben, artık fena bir kadın mı sayılırım?
Bu sual, müdirede, umulmaz bir heyecan ve teessür uyandırmıştı. Çenemden tutarak başımı kaldırdı, ta yakından gözlerimin içine baktı, hem de her vakıtki gibi bir müdire gözüyle, bir yabancı gözüyle değil, seven ve anlayan bir anne gözüyle.
Sonra çenemi okşayarak, dizlerine koyduğum ellerimi elleriyle severek, müterreddit, titrek kelimelerle şunları söyledi:
- Feride, ben, senin bu kadar masum, temiz bir kız olduğunu bugüne kadar anlamamıştım. Seni, daha kendime yakın bulundurmak, daha iyi himaye etmek mümkündür. Yazık. Ah, O Nazmiye! Kızım, ben birçok şeyler biliyorum. Her şeyi anlıyorum. Fakat dünya öyle bir dünya ki, bildiklerinin birçoğunu saklamak lâzım. Nazmiye, fena bir mahluktur. Mektebi onun şerrinden kurtarmak için müracaatlarda bulundum, çok uğraştım. Fakat beyhude. Onu yerinden oynatmak mümkün değil Çünkü mutasarrıfından, alay beyinden, tabur imamlarına kadar hesapsız hamileri var. Nazmiye buradan giderse kibar hanımlara kim dalkavukluk edeeek? Büyük memurların gizli gizli yaptıkları gece eğlenclerinde kim ut çalacak, hatta oynayacak?
O Burhanettin Bey gibi azılı mirasyediler, senin gibi masum, saf, taze, güzel çocukları nasıl ele geçirecek? Feride, sana tertipledikleri planı ben tamamıyla anlıyorum. Bu Burhanettin Bey, babasından kalan serveti birçok biçare kadınları iğfal etmek, birçok aile çocuklarını yakmak için israf etmiş bir ihtiyar çapkındır. Bütün Ç.'nin, güzelliğinden bahsettiği bir genç kızı ele geçirmek, onun için bir izzetinefis meselesi oldu.
Genç zabitlerin sokaklarda kılıç şakırdatarak yolunu beklediği, peçesi altında yüzünü görmeyi bir muvaffakiyet saydığı bir genç kızı koluna takarak bir işret ve safahat âlemine götürmek, birçok hasut çapkınları: "Yaşasın Burhanettin Bey" diye bağırtmak için bir şerefti.