Выбрать главу

Sadece bu imkân Halil Hilmi Efendinin hiddet ve şiddetini geçirmîye ve onu çılgın bir visal gecesinden çıkmış kadar harap, koltuğuna çökertmiye kâfi gelmişti. O zaman biraz evvelki öfkesine hiç uymıyan bir yumuşaklıkla kızı çağırdı; masasının önünde, odanın en güneşli yerine dikti ve nasihatler, nasihatler, nasihatler verdi; baba nasihatleri, kardeş nasihatleri, kaymakam nasihatleri.

İlk karar evvelâ nasihat vermek, sonra onu haşlıyarak hükümet kuvvetini hissettirmekti. Tatbikatta gerçi program tersine döndü. Fakat esas maddelerinde haşlanmanın başa, nasihatin sona geçmesinden başka da bir aksaklık olmadı.

Derken bir hafta sonra bu ziyafet meselesi çıktı. Ömer Bey bir akşam üstü Ohanesin eczanesinde yakaladığı Halil Hilmi Efendiyi iğnelemek için evinde bir eğlenti yapacağını, bunda Bulgar kızının da bulunacağını haber verdikten sonra «red-detmiyeceğinizi bilsek zatı âlinizden de rica ederdik Huzurunuz bize şeref verirdi» diye eğlenmiş, onun kabul ettiğini görünce de şaşırmıştı.

Kaymakamın Ömer Beyin evinde, Bulgar kızının da bulunacağı bir saz âlemine gitmiye razı olması hakikaten meseleydi. Fakat bunca yıllık imsakten sonra o da «felekten bir gece» çalarsa kıyamet mi kopacaktı?

Halil Hilmi Efendi kendisi için yumuşak yastıklarla beslenmiş bir büyük koltukta her zamandan daha ağır ve mancup, üç kadeh rakısını içerken ne esip savurmuştu yarabbi!

Bu da Yuşa tepesindeki gece gibi hayatta bir daha geri dönmesine imkân olmıyan bir geceydi. Farkı, bunun artık bir son olduğunu acı acı bilmesinde idi.

Havadaki bunaltıcı sıcağa karşı pencereler fora edilmiş,

ilkönce ondan çekiniyor gibi görünen Bulgar kızı, biraz sonra |sormalı cepkeninden başlıyarak hemen büsbütün soyunmuştu. Kız oyun esnasında iki kere kaymakamın önüne gelmişti. Bir keresinde ona sırtını çevirerek dizlerini yere koymuş, sonra yavaş yavaş vücudunu arkaya kaykıltarak başını Halil Hilmi Efendinin dizlerine yaslamıştı.

Tavandaki lüküsün mavimsi ışığına karşı kucağında yatan çehre, - yanak ve dudaklarının ıslak boyaları ile, sürmeli kirpikleri arasında eritilmiş altın gibi sızan bakışları ile - Hükümette gördüğü çehreden nekadar başka idi. Diz kapaklarından çenesine kadar genç vücudunun bütün adaleleri yay gibi gerilmiş, tül göğüslüğünün altında meme uçları dimdik, çıplak omuzlarını hafif hafif dalgalandırıyor, parmaklarının ucunda ziller âdeta insan gibi konuşuyor.

Meslek hayatında bunca yıl «çıplak kadın oynatıyorlar» diye dehşetle dinlediği hikâyeler bundan başka bir şey miydi?

Halil Hilmi Efendi gittikçe açılan sabaha karşı gözlerini sımsıkı yumarak Bulgar kızının böyle tepeden aşağı bakıldığı zaman tanınmıyacak kadar başkalaşan çehresini, kabarmış gö-rilmiş, tül göğüslüğünün altmda meme uçları dimdik, çıplak olan kısmı bir kere daha gördü. Bu gecenin bir zelzele ile bitmesinden daha tabiî ne olabilirdi?

* * *

Bulgar kızı!.. Bu da ayrı bir mesele idi.

«Sarıpınar» m dağ köylerinden birinde Çerkez Murat diye bir at hırsızı yaşardı. Birinci Yunan muharebesi zamanlarında bu serseri birkaç sene ortadan kaybolmuş, sonra günün birinde yanında Kızanlıklı bir Bulgar kadını ve iki üç yaşında bir kız çocuğu ile tekrar çıkagelmişti. Bulgar kızı işte o iki üç yaşındaki kız çocuğuydu. Anası Çerkez Muratla evlenirken güya müslüman olmuştu. Çarşafla geziyor, namaz kılıyor ve Naciye diye çağırdığı kızma namaz sureleri belletiyordu.

Eski at hırsızı birkaç sene at alıp satarak namusu ile yaşa-miya savaşmış, söktüremeyince tütün kaçakçılığına başlamış, nihayet kolcular bir yerde sıkıştırıp alnına kurşunu veriştirdikleri gibi...

Su testisinin su yolunda kırılmasından sonra kaza merkezinde bekâr çamaşırı yıkamakla yaşıyan anası da birkaç yıl sonra gözlerini kapayınca Naciye büsbütün sokakta kalmış...

O vakit on on iki yaşlarında arsız bir kız çocuğu imiş. Erkek çocuklarla beraber bahçelerden yemiş ve zerzevat çalarak sokaklarda satıyor, düğün evlerinde oynuyor, nerede yatıp kalktığı belli olmuyormuş. Derken günün birinde Kızanlıktaki dayılarından hükümete bir mektup gelmiş. Bunlar yeğenlerinin kendilerine gönderilmesini istiyorlarmış; yeğenlerinin (yani bir müslüman kızının) kendilerine (yani Bulgaristana) gönderilmesini... Yağma mı var?

Bu haber duyulunca kasabada bir fırtınadır kopmuş: Sarı-pmar kazası parmak kadar çocuğa bakmaktan âciz mi? Her müslüman yılda bir yumurta ile yarım somun verse kasabada bir değil, on Naciye geçinir.

Nazariye güzel! Fakat ne çare ki, tatbiki mümkün olmamış ve kız evlâtlık olarak alındığı bir evde on dört yaşını bitirmeden bir kazaya uğramış...

Aradan bu kadar yıl geçtiği halde ne polis, ne de mahkeme bu kızı kimin baştan çıkardığını anlıyamamıştır. İşin içinden çıkamamıştır. Bir rivayete göre evin oğludur; başka bir rivayete göre babasının köyünden bir serseridir; yine bir rivayete göre de genç bir jandarma neferi. Hattâ ortada akla gelmiyecek daha başka isimler de vardır.

Bir kere kızın kendisinden bir şey öğrenmek imkân dışındadır. Babalığının oğlu yani kardeşliği için söylese inanılmaz; çünkü sığıntı olarak kapılandığı eve gelin olmak için bir iftirada bulunmadığı ne malûm? Jandarmayı söylese belki köylüsünü korumak için bunu yapmıştır; köylü için söylese jandarmanın tehdit etmiş olması akla gelebilir. Yahut belki bunların üçü de doğrudur, hattâ kazanın kazadan çok evvel irili ufaklı bir sürü serseri ile bahçelerden yemiş ve zerzevat çalmıya git¬tiği, düğün evlerinde oynadığı tarlalarda, viranelerde yatıp kalktığı günlerde olmadığını kim temin edebilir?