Geçidin ağzından karanlık bir dalga aktı. Myrddraaller. Yüzlerce üzerine yüzlercesi. Rüzgara meydan okuyarak kıpırtısızca sarkan kara pelerinler. Gözleri olmayan yüzler. Alaylı bir sırıtışla gerilmiş dudaklar. Kara kılıçlar. Yaratıklar yılan gibi, kıvrak ve zarif hareket ediyordu.
Emir vermek için zaman yoktu, karşılık için zaman yoktu. Kare şeklinde saf tutmuş savunucuların içine aktılar ve kargıların arasından süzülerek ölümcül kılıçlarını savurdular.
“Aieller!” diye bağırdı Ituralde. “Aielleri getirin! Hepsini! Yönlendiricileri de! Kıyamet Çukuru’nun ağzını koruyanlar dışında herkesi getirin! Çabuk, çabuk!”
Haberciler koşarak uzaklaştı. Ituralde dehşet içinde izliyordu. Bir Myrddraal ordusu. Işık, kâbusları kadar kötüydü!
Saldırı karşısında yedinci piyade birliği bozguna uğradı ve kare formasyon dağıldı. Ituralde ilk yedeklerin –bulunduğu yeri koruyanların– destek vermesini emretmek için ağzını açtı. Süvarilerin çıkması ve piyadelerin üzerinde baskıyı azaltması gerekiyordu.
Çok süvarisi yoktu. Atlıların çoğuna diğer cephelerde ihtiyaç duyulacağını kabul ediyordu. Biraz vardı yine de. Burada yaşamsal öneme sahip olacaklardı.
Yalnız…
Gözlerini sıkı sıkı yumdu. Işık, çok yorgundu. Düşünmekte güçlük çekiyordu.
Saldırının önünde geri çekil, diyordu bir ses ona. Aiellerin yanına kadar çekil ve orada diren.
“Geri çekil…” diye fısıldadı. “Çekil…”
Bu hamlede çok ama çok yanlış bir şey vardı. Neden zihni bu kadar ısrar ediyordu?
Kumandan Tihera, diye fısıldamaya çalıştı Ituralde. Kumanda sende. Sesi çıkmadı. Cismani bir şey ağzını kapatmaya çalışıyormuş gibiydi.
Adamlarının çığlıklarını duyabiliyordu. Neler oluyordu? Tek bir Myrddraalle savaşırken düzinelerce adam ölebilirdi. Maradon’da, gece gizlice gelen iki Soluk karşısında koskoca bir okçu birliği –yüz adam– kaybetmişti. Savunma birlikleri Trolloclarla başa çıkmak üzere oluşturulmuştu; diz ardı kirişlerini kesiyor, onları yere düşürüyorlardı.
Soluklar o kargı karelerini yumurta gibi kırardı. Kimse yapılması gerekeni yapmıyordu.
“Lord Ituralde?” dedi Yüzbaşı Tihera. “Lordum, ne dediniz?”
Geri çekilirlerse, Trolloclar onları kuşatırdı. Yerlerinde kalmaları gerekiyordu.
Ituralde’nin dudakları, geri çekilme emrini vermek için aralandı. “Geri çekil…”
Kurtlar.
Sisin içinde, gölge gibi kurtlar belirdi. Hırlayarak Myrddraallerin üzerine atıldılar. Kürkleri içinde bir adam bir kaya çıkıntısının üzerine tırmandığında Ituralde irkilerek döndü.
Tihera muhafızlarına seslenerek geri geri sendeledi. Kürklü adam Ituralde’nin üzerine atladı ve onu kayaların tepesinden aşağı çekti.
Ituralde direnmedi. Bu adam her kimse, Ituralde ona minnettardı. Düşerken bir anlık zafer duygusu yaşadı. Geri çekilme emrini vermemişti.
Biraz aşağıda yere çarptı ve nefesi kesildi. Kurtlar ağızlarıyla nazikçe kollarını tuttular ve Ituralde yavaşça kendinden geçerken onu karanlığa doğru çektiler.
Kandor sınırı için verdikleri savaş sürerken, Egwene kampta oturuyordu.
Ordusu Trollocları uzak tutmayı başarıyordu.
Seanchanlar ırmağın hemen karşısında, birlikleriyle beraber savaşıyordu.
Egwene’in elinde bir fincan çay vardı.
Işık, çok sinir bozucuydu. O Amyrlin’di. Ama gücü tükenmişti.
Gareth Bryne’ı hâlâ bulamamıştı, ama bu beklenmedik bir şey değildi. Adam durmaksızın yer değiştiriyordu. Silviana onu arıyordu ve yakında haber getirirdi.
Yaralıları Mayene’e götürmek için Aes Sedailer gönderilmişti. Güneş, tıpkı açık kalmayı reddeden bir gözkapağı gibi, semada alçalmıştı. Egwene’in fincanı tutan elleri titriyordu. Savaşın seslerini hâlâ duyabiliyordu. Trolloclar gece de savaşacak, ırmağa dayanmış insan ordularını yıpratacak gibi görünüyordu.
Uzaktan, öfkeli bir kalabalığı andıran bağırışlar geldi, ama yönlendiricilerin patlamaları yavaşlamıştı.
Gawyn’e döndü. O hiç yorgun görünmüyordu, ama tuhaf bir biçimde solgundu. Egwene çayını yudumlayarak içinden ona küfretti. Haksızlık ediyordu, ama şu anda adalet umurunda değildi. Muhafızına homurdanabilirdi. Onlar bunun içindi, değil mi?
Kampta bir rüzgar esti. Geçidin birkaç yüz adım doğusundaydı, ama havada kan kokusu alabiliyordu. Yakında, bir okçu birliği komutanlarının emriyle yaylarını çektiler ve bir ok dalgası gönderdiler. Biraz sonra siyah kanatlı Draghkarlardan ikisi düştü ve donuk gümlemelerle kampın hemen ötesine çarptı. Hava karardıkça ve gökyüzünde saklanmak kolaylaştıkça daha fazlası gelecekti.
Mat. Mat hakkmda düşünmek Egwene’i tuhaf bir biçimde rahatsız ediyordu. Adam böbürlenmekten başka şey bilmiyordu. Alemcinin tekiydi, gördüğü her güzel kadına sarkıyordu. Ona bir insan gibi değil, bir resim gibi davranıyordu. O… o…
O Mat’ti. Bir seferinde, Egwene on üç yaşlarındayken, Kiem Lewin’i boğulmaktan kurtarmak için ırmağa atlamıştı. Kız aslında boğulmuyordu elbette. Bir arkadaşı onu suya bastırmıştı ve Mat de koşarak gelmiş, kızı kurtarmak için suya atlamıştı. Bu yüzden Emond Meydanı’nın erkekleri Mat’le aylarca dalga geçmişlerdi.
Bir sonraki bahar, Mat Jer al’Hune’u aynı ırmaktan çekmiş, oğlanın hayatını kurtarmıştı. İnsanlar bir süreliğine Mat’le dalga geçmeyi bırakmışlardı.
Mat böyleydi işte. Durmaksızın insanların nasıl onunla alay ettiğinden şikayet eder, homurdanır, bir dahaki sefere boğulmalarına izin vereceğini söylerdi. Sonra birinin tehlikede olduğunu gördüğünde gider yine suya dalardı. Egwene sıska Mat’in, dehşet içindeki Jer sular tükürerek ona sarılmış, sudan çıkışını hatırlayabiliyordu.
Jer hiç ses çıkarmadan suya dalmıştı. Egwene bunun olabileceğini bile bilmiyordu. Boğulma tehlikesi içindeki insanlar bağırmaz, kekelemez, yardım istemezdi. Her şey sakinken, suyun altına kayıverirlerdi. Mat gözünü açık tutmuyorsa.
Tear Taşı’nda beni kurtarmaya geldi, diye düşündü. Tabii aynı zamanda, Amyrlin olduğuna inanmamış, onu Aes Sedailerden kurtarmaya da gelmişti.
O zaman hangisi doğruydu? Egwene boğuluyor muydu, boğulmuyor muydu?
Matrim Cauthon’a ne kadar güveniyorsun? diye sormuştu Min. Işık. Ona güveniyorum. Aptalım tekiyim, ama güveniyorum. Mat yanılabilirdi. Sık sık yanılmıştı.
Ama haklı olduğunda da pek çok hayat kurtarmıştı.
Egwene kendini ayağa kalkmaya zorladı. Sallandı ve Gawyn yanında bitti. Egwene onun kolunu okşadı ve sonra ondan uzaklaştı. Ordunun Amyrlin’i, destek için birine yaslanmak zorunda kalacak kadar zayıf durumda görmesine izin vermeyecekti. “Diğer cephelerden ne tür raporlar geldi?”
“Bugün fazla rapor gelmedi,” dedi Gawyn. “Epey sessizdi aslında.”
“Elayne’in Cairhien’de savaşması gerekiyordu,” dedi Egwene. “Önemli bir savaştı.”
“Haber gönderemeyecek kadar meşgul olabilir.”
“Kapıyolla haberci göndermeni istiyorum. O savaşın nasıl gittiğini bilmem gerek.”
Gawyn başını salladı ve hızla uzaklaştı. O gittikten sonra Egwene sağlam adımlarla yürüyerek Silviana’yı bulmaya gitti. Silviana iki Mavi Aes Sedai’yle konuşuyordu.
“Bryne?” diye sordu Egwene.
“Yemek çadırında,” dedi Silviana. “Daha yeni haber aldım. Haberci gönderdim ve sen gidene kadar oradan ayrılmamasını istedim.”
“Gel.”
Yemek çadırına gitti. Kamptaki en büyük çadırdı. İçeri girerken Bryne’ı gördü. Yemek yemiyordu, ama aşçının portatif masasının yanında duruyordu ve masa haritalarla kaplıydı. Masa soğan kokuyordu. Muhtemelen masada defalarca soğan doğranmıştı. Yukiri, savaş meydanına bakan bir kapıyol açmıştı. Egwene gelince kapattı. Sharalılar kapıyolları gözleyip açık bir tane gördüklerinde içeriye örgü yolladıklarından, kapıyolları çok uzun süre açık tutmuyorlardı.