Olver dehşet içinde izliyordu.
“Sakin olun,” dedi Leydi Faile, sesinde hafif bir titremeyle. “Size söyledim, bitkilere yaklaşmayın! Hiçbir şeye dokunmayın.”
Ciddi ifadelerle yollarına devam ettiler. Yakında at süren Sandip kendi kendine mırıldandı. “On beşincisiydi o. Birkaç gün içinde on beş adam öldü. Işık! Bu işten asla canlı kurtulamayacağız!”
Keşke Trolloclar olsaydı! Olver ağaçlar ve böceklerle savaşamazdı. Kim savaşabilirdi ki? Ama Trolloclar olsa, onlarla savaşabilirdi. Olver’in bıçağı vardı ve Haman ile Silvic’ten bıçak kullanmak konusunda birkaç şey öğrenmişti. Olver o kadar uzun boylu değildi, ama bunun Trollocların onu hafife almasına sebep olacağını düşünüyordu. Alttan saldırabilir, onlar ne olduğunu anlamadan yaşamsal öneme sahip organlarına saplayabilirdi.
Kendi kendine ellerinin titremesini durdurmasını söyleyerek Bela’yı tekmeledi ve Leydi Faile’e yetişmeye çalıştı. Uzaktan, bir canlı korkunç bir şekilde ölüyormuş gibi bir cıyaklama duyuldu. Olver ürperdi. Aynı sesi bugün, daha önce de duymuştu. Şimdi daha mı yakından geliyordu?
Bela öne yaklaşırken Setalle endişeyle ona baktı. Diğerleri onu tehlikeden uzak tutmak için elinden geleni yapmıştı. Olver uzaktaki korkunç cıyaklamayı duymazdan gelerek kendini hazırladı. Herkes Olver’in kırılgan olduğunu düşünüyordu, ama değildi. Büyürken çektiklerini görmemişlerdi. O zamanlar hakkında düşünmekten hoşlanmıyordu aslında. Üç hayat yaşamış gibi hissediyordu. Biri, annesiyle babası ölmeden önce. Biri yalnız yaşarken. Biri de bu.
Her durumda, kendisinden büyük insanlarla dövüşmeye alışıktı. Bu Son Savaş’tı. Herkese ihtiyaç olduğunu söyleyip duruyorlardı. Eh, neden ona da ihtiyaç duymasınlardı? Trolloclar geldiğinde, yapacağı ilk şey bu ağır attan inmek olacaktı. Bu atın dörtnala koşusundan daha hızlı yürüyebilirdi! Eh, Aiellerin atlara ihtiyacı yoktu. Olver henüz onların yanında eğitim görmemişti, ama görecekti. Her şeyi planlamıştı. Tüm Aiellerden nefret ediyordu, özellikle de Shaidolardan, ve eğer onları öldürecekse sırlarını öğrenmesi gerekiyordu.
Onların yanına gidecekti ve onu eğitmelerini isteyecekti. Onu aralarına alacaklardı ve kötü davranacaklardı, ama sonunda ona saygı duyacaklardı ve savaşçılarıyla birlikte eğitim almasına izin vereceklerdi. Bu konuda hikâyeler vardı. İşler böyle yürürdü.
Onların sırlarını öğrendikten sonra, Yılanlar ve Tilkilere giderek, babasını öldüren Shaidoları nasıl bulacağını soracaktı. Ondan sonra, onları bulup öldürmek, kendi hikâyesinin yazılmasını hak eden bir macera olacaktı.
Noal’ı dayanıma alınırı, diye düşündü. O her yere gitmiş. Benim rehberim olabilir. O…
Noal ölmüştü.
İlerideki kayalık patikaya bakarken Olver’in yanağından ter aktı. O korkunç ağaçların yanından geçtiler. Artık onlardan uzak duruyorlardı. Ama adamlardan biri patikanın yanındaki büyük katil çamur birikintisini gösterdi. Kahverengi ve yoğun görünüyordu ve Olver içinde pek çok kemik gördü.
Burası korkunçtu!
Noal’ın yanında olduğunu diliyordu. Noal her yere gitmiş, her şeyi görmüştü. Onu buradan nasıl kurtaracağını bilirdi. Ama Noal gitmişti. Olver haberi yeni almıştı; Leydi Moiraine Ghenjei Kulesi’nde olanları anlatırken, duyduklarından çıkarmıştı.
Herkes ölüyor, diye düşündü Olver, gözleri önünde. Herkes…
Mat, Seanchanların yanına kaçmıştı. Talmanes, Kraliçe Elayne’in yanında savaşıyordu. Bu gruptaki herkes teker teker ya ağaçlar, ya çamur, ya da canavarlar tarafından yeniyordu.
Neden hepsi Olver’i yapayalnız bırakıyordu?
Bilekliğini ovaladı. Bunu ona, gitmeden kısa süre önce Noal vermişti. Kaba liflerden örülmüştü ve çok uzak bir diyardaki savaşçıların taktığı türden bir bileklikti, Noal öyle söylemişti. Savaş görmüş ve hayatta kalmış bir adamın işaretiydi.
Noal… ölmüştü. Mat de ölecek miydi?
Olver sıcaklamıştı, yorgundu ve çok korkuyordu. Bela’yı dürtükledi ve neyse ki Bela bu sefer itaat ederek, yamaç yukarı biraz daha hızlı koştu. Böylece Olver sıranın önüne yaklaştı. Arabaları bırakmışlardı ve sonra Lanetli Topraklar denen bir yere yönelmişlerdi. Bu yüzden tepelere tırmanmaları gerekiyordu. Sabahleyin, dağların arasında bir geçide girmişlerdi. Olver’e sıcak gelse de, tırmandıkça hava serinliyordu. Bu hoşuna gidiyordu. Ama yine de iğrenç kokuyordu. Çürümüş cesetler gibi.
Grupları elli asker, yansı kadar araba sürücüsü ve işçiyle yola çıkmıştı. Bir de, Olver, Setalle ve Leydi Faile’in yarım düzine koruması vardı.
Şimdiye kadar Afet’e on beş kişi kurban vermişlerdi. Beşi, dün sabah kampa saldıran korkunç, üç gözlü şeyler tarafından öldürülmüştü. Olver Leydi Faile’in, şimdiye kadar on beş kişi kaybettikleri için şanslı olduklarını, çok daha kötü olabileceğini söylediğini duymuştu.
Bu Olver’e şanslı gelmiyordu. Burası korkunçtu ve Olver buradan gitmek istiyordu. Kıraç bu kadar kötü olmazdı, değil mi? Cha Faile’in adamları ve kadınları Aieller gibi davranıyorlardı. Birazcık Aiel gibi. Belki de Olver’in yapmak istediğini yapmışlar, Kıraç’ta eğitim almışlardı. Onlara sorması lazımdı.
Yarım saat kadar daha at sürdü. Sonunda Bela’yı en öne geçirdi. Leydi Faile’in parlak siyah kısrağı hızlı görünüyordu. Neden Olver’e de öyle bir at vermemişlerdi?
Faile, Mat’in sandığını atının arkasına bağlatmıştı. Olver Mat’in tütününü çok istediğini düşündüğünden, başta bunu görünce memnun olmuştu. Mat her zaman iyi tütün bulamamaktan yakınırdı. Sonra Olver, Faile’in bir başkasına, sandığın bazı eşyalarını saklamak için kullandığı uygun bir yer olduğunu açıkladığını duymuştu. Tütünü atmış mıydı? Mat bundan hoşlanmayacaktı.
Faile ona baktı ve Olver elinden geldiğince cesur bir ifadeyle sırıttı. Faile’in onun ne kadar korktuğunu görmesine izin veremezdi.
Çoğu kadın sırıtışından hoşlanırdı. Olver sırıtışı üzerinde çalışıyordu, ama Mat’in sırıtışını model almıyordu. Mat’inki her zaman suçlu bir sırıtış gibi görünüyordu. Kendi başınızın çaresine bakmak zorundaysanız sırıtmayı öğrenirdiniz ve Olver’in masum görünmesini sağlayacak bir sırıtışa ihtiyacı vardı. Gerçekten masumdu da. Genellikle.
Faile gülümsemesine karşılık verdi. Olver, burnuna rağmen, onun bakılası bir kadın olduğunu düşünüyordu. Ama pek yumuşak değildi. Kanlı küller, dik dik baktığında demiri paslandırabilirdi.
Faile, Aravine ve Vanin’in arasında at sürüyordu. Kısık sesle konuşuyorlardı, ama Olver ne dediklerini duyabiliyordu. Kulak misafiri olduğu anlaşılmasın diye başka yere bakmaya özen gösterdi. Kulak misafiri olmuyordu zaten. Yalnızca diğer atların kaldırdığı tozdan kaçmak istemişti.
“Evet,” diye fısıldadı Vanin. “Öyle görünmüyor olabilir, ama Lanetli Topraklar’a yaklaştık. Kendi annemi kavurayım, oraya gideceğimize inanamıyorum. Ama havayı hissedebiliyor musunuz? Serinliyor. Dün sabahki o üç gözlü yaratıklardan sonra gerçekten korkunç hiçbir şey görmedik.”
“Yaklaştık,” diye onayladı Aravine. “Yakında Karanlık Varlık’ın yakınında olacağız. Yoz ya da değil, hiçbir şeyin büyümediği bir yerde. Hayatın olmadığı, hatta Afet’in korkunç yaratıklarının bile olmadığı bir yerde.”
“Bu bizi rahatlatmalı sanırım.”
“Pek değil,” dedi Vanin, alnını silerek. “Çünkü buradaki Gölgedölleri daha da tehlikeli. Hayatta kalırsak, sırf lanet bir savaş sürdüğü için olacak bu. Gölgedöllerinin hepsi savaşta. Şansımız varsa, Shayol Ghul dışında, tüm Lanetli Topraklar lanet Deniz Halkı’yla pazarlık etmiş bir adamın cüzdanı kadar boş olacak. Kullandığım dil için affınıza sığınırım Leydim.”