Mat hıhladı. Vurdumduymaz bir Aiel’den daha huzursuz edici bir şey varsa, o da sırıtan bir Aiel’di. İddiaya girmek? Bu savaşın sonucu üzerine? Ne biçim bir iddiaydı bu böyle? Kaybederlerse kimse kazancını tahsil edecek kadar yaşamayacaktı ki!
Mat kaşlarını çattı. Aslında bu oldukça iyi bir iddiaydı. “Kiminle iddiaya girdin?” diye seslendi Mat. “Urien?” Ama adam duyamayacak kadar uzaklaşmıştı.
Mat homurdandı, ama baltasını yakındaki zayıf Tearlı kadına uzattı. “Onları hizada tut Cynd.”
“Peki Lord Cauthon.”
“Ben lanet bir lord değilim,” dedi Mat alışkanlık gereği, ashandareisini alırken. Yürümeye başladı, sonra döndü ve yaptıkları kazıklı çite baktı. Çalışan insanların arasında yürüyen bir avuç Ölümnöbetçisi gördü. Koyunların arasındaki kurtlar gibi. Mat yoluna devam etti.
Orduların hazırlanacak fazla zamanı kalmamıştı. Kapıyollar kullanarak Trollocların önüne geçmişlerdi, ama kaçmamışlardı. Işık, kaçış yoktu. Ama savaş meydanını seçmeyi Mat’e bırakmışlardı ve en iyisi bu Merrilor denen yerdi.
Kendi mezarının yerini seçmek gibi, diye düşündü Mat. Bu mekânı hiç seçmemeyi tercih ederdim elbette.
Kazıklı çit meydanın doğusundaki ağaçlığın önünde uzanıyordu. Tüm bölgeyi kazıklı çitlerle çevirecek zamanı yoktu. Bunu yapmak zaten mantıksız olurdu. O Sharalı yönlendiriciler varken, Gölge duvarları bir kılıcın ipeği kesmesi gibi kolaylıkla biçebilirdi. Ama üzerinde yürüyüş yolları olan kazıklı çitler okçularına Trollocları hedef alacak yüksekliği sağlayacaktı.
Mat burada iki nehirden faydalanabilirdi. Mora Nehri güneybatı yönünde, Yayla ve Dashar Tepesi arasında uzanıyordu. Güney kıyısı Shienar’daydı, kuzey kıyısı ise Arafel’de. Meydanın hemen güneyinde, batıya doğru akan Erinin nehriyle birleşiyordu.
Bu nehirler duvarlardan daha iyi iş görecekti, özellikle de artık onları doğru düzgün savunacak kaynaklara sahip olduğundan. Eh, onlara kaynak diyebilirseniz. Askerlerinin yarısı bahar çimenleri kadar yeniydi ve diğer yarısı da geçen hafta ölümüne savaşmıştı. Sınırboylular üç adamdan ikisini kaybetmişti – Işık, üçte iki. Daha küçük bir ordu olsa dağılırdı.
Sahip olduğu tüm adamları saysa bile, Trolloclar geldiği zaman Mat’in ordusu düşmanın dörtte biri olacaktı, en azından Semavi Yumruk tan gelen raporlara göre öyleydi. Pis bir savaş olacaktı.
Mat şapkasını daha da aşağı çekti ve sonra Tuon’un verdiği göz yamasının kenarını kaşıdı. Kırmızı deri. Hoşuna gitmişti.
“Bakın şimdi,” dedi, yeni aldığı Kule Muhafızlarının yanından geçerken. Değneklerle çarpışmaktaydılar – uçlara takacakları mızrak uçları henüz yeni dövülmekteydi. Adamların kendilerini yaralama olasılığı, düşmana zarar verme olasılıklarından daha yüksek görünüyordu.
Mat ashandareisini adamlardan birine verdi, sonra ilki telaşla selam verirken İkincisinden değneğini aldı. Bu adamların çoğu, ayda bir kezden daha sık tıraş olacak kadar bile büyümemişti. Değneğini aldığı çocuk on beşinden gün almışsa Mat çizmelerini yerdi. Hem de önce kaynatmadan!
“Değneğin bir şeye çarptığı her seferde büzülemezsin!” dedi Mat. “Savaş meydanında gözlerinizi kapatırsanız ölürsünüz. Geçen sefer dikkat etmediniz mi?”
Mat değneği kaldırdı ve onu nereden tutacaklarını gösterdi. Sonra, henüz savaşın eğlenceli bir şey olduğunu düşünecek kadar küçükken babasının gösterdiği bloke etme hamlelerini gösterdi. Terleyene kadar yeni askerlere hamleler yaptı ve onları bloke etmeye zorladı.
“Kavrulayım, bunu öğreneceksiniz,” dedi Mat yüksek sesle, hepsine birden. “Kütükten daha zeki görünmediğiniz için umurumda bile değil, ama ölürseniz anneniz benden haber bekler. Onlara haber göndereceğimden değil. Ama zar oyunlarına mola verdiğim zamanlarda bir parça vicdan azabı çekebilirim ve vicdan azabı çekmekten nefret ederim, bu yüzden izleyin!”
“Lord Cauthon?” dedi değneğini ona vermiş olan delikanlı.
“Ben lanet olası bir…” Durdu. “Eh, evet, ne var?”
“Kılıç öğrensek olmaz mı?”
“Işık!” dedi Mat. “Adın ne senin?”
“Sigmont, efendim.”
“Eh, Sigmont, sence ne kadar zamanımız var? Belki bir dolaşmaya çıkıp Dehşetlordlarını ve Gölgedöllerini bulursun ve onlardan sizi doğru düzgün eğitebilmem için bana birkaç ay vermelerini istersin.”
Sigmont kızardı ve Mat değneğini geri verdi. Şehirli çocuklar. İçini çekti. “Buraya bakın, sizden tek istediğim kendinizi savunabilmeniz. Sizi büyük savaşçılar yapacak zamanım yok, ama birlikte çalışmayı, saf tutmayı ve Trolloclar geldiğim çekilmemeyi öğretebilirim. Bu süslü kılıç oyunlarından daha fazla işinize yarar, güvenin bana.”
Gençler başlarını gönülsüzce salladılar.
“İdmana geri dönün,” dedi Mat, alnını silip omzundan geriye bakarak. Kanlı küller! Ölümnöbetçileri bu yana geliyordu.
Ashandareiyi kaptı ve hızla uzaklaştı, sonra bir çadırın çevresinden dolandı, ama bu sefer de patikada ona doğru yürüyen bir grup Aes Sedai ile karşılaştı.
“Mat?” diye sordu Egwene, kadın grubunun ortasından. “İyi misin?”
“Kahrolasılar, beni kovalıyorlar,” dedi Mat, çadırın kenarından uzanıp bakarak.
“Kim kovalıyor seni?” dedi Egwene.
“Ölümnöbetçileri,” dedi Mat. “Tuon’un çadırına dönmem gerekiyormuş.”
Egwene birkaç parmağını sallayarak diğer kadınları gönderdi. Yalnızca iki gölgesi yanında kaldı – Gawyn ve şu Seanchan kadın. “Mat,” dedi Egwene, çile çekermiş gibi, “sonunda doğru yolu görüp Seanchan kampından ayrılmaya karar verdiğine sevindim, ama kaçmak için savaşın sonrasını beklesen olmaz mıydı?”
“Affedersin,” dedi Mat, yarım kulakla dinleyerek. “Ama kampın Aes Sedai bölümüne doğru yürüyebilir miyiz? Peşimden oraya kadar gelmezler.” Belki gelmezlerdi. Tüm Ölümnöbetçileri Karede gibiyse, belki de gelirlerdi. Karede bir adamı yakalamak için onun peşinden uçurumdan bile atlardı.
Egwene, Mat’in sözlerinden hoşlanmamış gibi geriledi. Nasıl oluyordu da Aes Sedailer, tamamen duygusuz davranırken, bir adamın yaptıklarını onaylamadıklarını anlamasını sağlayabiliyorlardı? Bir düşününce, belki Aes Sedailer de bir adamın peşinden uçurumdan atlayabilirdi. Sırf ona, kendini öldürürken ne tür hatalar yaptığı konusunda ayrıntılı bir söylev çekmek için bile olsa.
Mat son günlerde, uçurumdan atlayan kişi olduğunu hissetmekten başka bir şeye kafa yorabiliyor olmayı dilerdi.
“Neden kaçtığını Fortuona’ya açıklamanın bir yolunu bulmalıyız,” dedi Egwene, Aes Sedailerin bölgesine yaklaşırlarken. Mat bu kısmı Seanchanlardan olabildiğince uzağa yerleştirmişti. “Evlilik sorun olacak. Sana önerim…”
“Bir dakika Egwene,” dedi Mat. “Sen neden bahsediyorsun?”
“Seanchan korumalardan kaçıyorsun,” dedi Egwene. “Sen beni dinlemedin mi… Elbette dinlemedin. Dünya dağılıp giderken bazı şeylerin hiç değişmediğini bilmek pek hoş. Cuendillar ve Mat Cauthon.”
“Onlardan kaçıyorum,” dedi Mat, omzunun üzerinden arkaya bakarak, “çünkü Tuon yargıçlık yapmamı istiyor. Ne zaman bir asker bir suç için İmparatoriçe’den merhamet dilense, lanet davasını dinlemek zorunda kalan ben oluyorum!”
“Sen,” dedi Egwene, “yargıçlık yapıyorsun…”
“Biliyorum,” dedi Mat. “Bana sorarsan çok fazla zahmetli. Bütün gün kendime biraz zaman ayırabilmek için korumalardan kaçtım.”
“Bir parça dürüst emek seni öldürmez Mat.”