Gözlerini kırpıştırdı ve tüm savaşı, önünde seriliymiş gibi gördü. Geçitteki çatışmalar. Kazık duvardan yağan oklar. “Onları yenmekle yetinenleyiz Egwene,” dedi Mat. “Durup direnemeyiz. Onları yok etmemiz gerek, buradan sürmemiz, sonra son Trolloc’a kadar avlamamız gerek. Hayatta kalmamız yetmez… kazanmak zorundayız.”
“Bunu nasıl yapacağız?” diye sordu Egwene. “Mat, mantıklı konuşmuyorsun. Daha dün sayıca azınlıkta olduğumuzu söylemedin mi?”
Mat bataklığa baktı ve oradan geçmeye çalışan gölgeler hayal etti. Toz ve anıdan gölgeler. “Her şeyi değiştirmem lazım,” dedi Mat. Onların bekleyeceği şeyi yapamazdı. Casusların planladığını raporladığı şeyleri yapamazdı. “Kan ve lanet küller… son bir kez zar atmalıyım. Sahip olduğumuz her şeyi yığıp ortaya koymalıyım…”
Siyah zırhlar içinde bir grup adam Tepe’nin zirvesindeki kapıyoldan çıktı. Oraya ulaşabilmek için damane kovalamak zorunda kalmış gibi nefes nefeseydiler. Göğüs plakaları koyu kırmızı lake kaplıydı, ama bu adamların korkunç olmak için rol yapması gerekmiyordu. Sırf bakışlarıyla yumurta çırpabilecek kadar öfkeli görünüyorlardı.
“Sen,” dedi öndeki Ölümnöbetçisi, Gelen adındaki bir adam, Mat’i göstererek, “senin hemen…”
Mat elini kaldırarak onu susturdu.
“Beni yine reddetmene izin vermeyeceğim,” dedi Gelen. “Emirler doğrudan…”
Mat adama dik dik baktı ve adam sustu. Mat yine kuzeye döndü. Serin, bir şekilde tanıdık bir rüzgar eserek uzun ceketini savurdu, şapkasını süpürdü. Mat gözünü kıstı. Rand onu çekiştiriyordu.
Zarlar hâlâ kalasının içinde takırdıyordu.
“Geldiler,” dedi Mat.
“Ne dedin?” diye sordu Egwene.
“Geldiler.”
“İzciler…”
“İzciler yanılıyor,” dedi Mat. Başını kaldırdı ve iki rakenin hızla kampa doğru uçmakta olduğunu gördü. Onlar görmüşlerdi. Trolloclar gece boyunca yürümüş olmalıydılar.
İlk önce Sharalılar gelecek, diye düşündü Mat, böylece Trolloclara dinlenmeleri için zaman tanımış olacaklar. Sharalılar kapıyollarla gelmiş olmalı.
“Haberciler yollayın,” dedi Mat, Ölümnöbetçilerini işaret ederek, “herkes yerini alsın. Ve Elayne’i uyarın, savaş planını değiştireceğim.”
“Ne?”
“Geldiler!” dedi Mat, Ölümnöbetçilerine dönerek. “Neden hâlâ koşmuyorsunuz? Gidin, gidin!” Yukarıda rakenler cıyakladı. Gelen iyi bir asker olduğunu göstererek bir selam çaktı ve arkadaşlarıyla birlikte, ağır zırhları içinde koşmaya başladı.
“Vakit geldi Egwene,” dedi Mat. “Derin bir nefes al, brendinden son bir yudum çek ya da son tütün tutamını yak. Önündeki manzaraya iyice bak, çünkü yakında kanla kaplı olacak. Bir saat içinde, savaşın ortasında olacağız. Işık hepimizi korusun.”
Perrin karanlıkta süzülüyordu. Çok yorgun hissediyordu.
Katil hâlâ yaşıyor, diye düşündü bir parçası. Graendal büyük kumandanları yozlaştırıyor. Son yaklaştı. Şimdi gidemezsin! Tutun.
Neye tutunacaktı? Gözlerini açmaya çalıştı, ama öyle bitkin düşmüştü ki. Onun… onun kurt düşünden daha erken çıkmış olması gerekiyordu. Tüm vücudu uyuşmuştu, yalnız…
Yalnız böğrü uyuşmamıştı. Tuğla kadar ağır parmaklarını oynatarak sıcaklığa dokundu. Çekici. Alev kadar sıcaktı. O sıcaklık parmaklarına yayıldı ve Perrin derin bir nefes aldı.
Uyanması gerekiyordu. Uyanıklığın sınırlarında süzüldü. Uyumak üzereymiş ve yalnızca yarı bilinçliymiş gibi hissediyordu. Önündeki yol ikiye ayrılıyordu. Bir yol karanlığın derinliklerine gidiyordu. Diğeri… Göremiyordu, ama ne demek olduğunu biliyordu… Uyanmak anlamına geliyordu.
Çekicin sıcaklığı koluna yayıldı. Zihni keskinlik kazandı. Uyan.
Katil’in yaptığı buydu. Bir şekilde… uyanmıştı.
Perrin’in hayatı sızıp gidiyordu. Fazla zamanı kalmamıştı. Ölümün kucağına varmış sayılırdı. Dişlerini sıktı, derin bir nefes aldı ve kendini uyanmaya zorladı.
Kurt düşünün sessizliği parçalandı.
Perrin yumuşak toprağa düştü ve bağırışlarla dolu bir yere girdi. Cepheler ve safları hazırlamak hakkında bir şeyler…
Yakında biri bağırdı. Sonra biri daha. Başkaları.
“Perrin?” Bu sesi tanıyordu. “Perrin, evlat!”
Luhhan Efendi? Perrin’in gözkapakları çok ağırdı. Onları açamıyordu. Eller onu yakaladı.
“Dayan. Seni yakaladım evlat. Seni yakaladım. Dayan.”
37
SON SAVAŞ
O sabah Polov Yaylası’nda şafak söktü, ama güneş Işığın Savunucuları’nın üzerine parlamadı. Batıdan ve kuzeyden Karanlığın orduları geliyordu. Bu son savaşı kazanmak ve yeryüzüne Gölge’yi yaymak için. Acı çekenlerin feryatlarının işitilmeden kalacağı bir Çağ başlatmak için.
Lan kılıcını kaldırarak, Mandarb’ı kampta dörtnala sürüyordu.
Yukarıda, sabah bulutları kırmızı kırmızı kanamaya başladı ve batıdan yaklaşan dev Shara ordusundan yükselen büyük ateş toplarını yansıttı. Ateş topları, mesafe yüzünden yavaş hareket ediyormuş gibi görünerek, zarifçe gökyüzüne yükseliyordu.
Birtakım biniciler kamptan ayrılarak Lan’e katıldılar. Kalan Malkierliler hemen arkasından geliyordu, ama gücü dalga dalga büyüyordu. Andere önde ona katıldı. Malkier bayrağı, Altın Turna, tüm Sınırboylular için sancak görevi görüyordu.
Yaralanmışlardı, ama yenilmemişlerdi. Bir adamı devirirsen hamurunu anlarsın. O adam kaçabilir. Kaçmazsa –ağzının kenarında kan ve gözlerinde kararlılıkla doğrulursa– o zaman anlarsın. O adam gerçekten tehlikeli olmak üzeredir.
Ateş topları düşerken hızlanmış gibiydi. Kırmızı öfke patlamaları gibi kampa çarptılar. Patlamalar yeri sarstı. Yakında çığlıklar yükselerek nal seslerine eşlik etti. Adamlar ona katılmaya devam ediyordu. Mat Cauthon tüm kamplara, Lan’in ileri gücüne katılacak ve kaybettiği askerlerin yerini alacak süvarilere ihtiyaç olduğu haberini yaymıştı.
Bunun bedelini de açıklamıştı. Süvari savaşın en önünde olacaktı, Trolloc ve Sharalı saflarını kıracaktı ve pek az dinlenebilecekti. Bugünkü kayıpların çoğu onlardan çıkacaktı.
Yine de adamlar ona katıldı. At süremeyecek kadar yaşlı olması gereken Sınırboylular. Para keselerini bir kenara bırakıp kılıç almış tüccarlar. Şaşırtıcı ölçüde çok sayıda güneyli, ki aralarında göğüs plakası, çelik ya da kösele şapkalar takmış, mızrak taşıyan kadınlar da vardı. Herkese yetecek kadar kargı bulamamışlardı.
“Katılanların yarısı askerden çok çiftçiye benziyor!” diye seslendi Andere, nal seslerinin üzerinden.
“Sen hiç İki Nehirli bir erkeğin ya da kadının nasıl at sürdüğünü gördün mü Andere?” diye yanıt verdi Lan.
“Gördüğümü söyleyemem.”
“İzle de şaşır.”
Lan’in süvarileri Mora Nehri’ne ulaştı. Orada, uzun kıvırcık saçlı, siyah ceketli bir adam ellerini arkasında kavuşturmuş dikiliyordu. Logain’in yanında kırk Aes Sedai ve Asha’man vardı. Lan’in gücünü süzdü, sonra elini gökyüzüne kaldırdı ve devasa bir ateş topunu, kâğıttan yapılmış gibi, buruşturuverdi. Gökyüzü şimşek çakmış gibi çıtırdadı ve kırılan ateş topu dumanlar çıkararak her yana kıvılcımlar saçtı. Küller yere yağdı ve söndü, hızla akan ırmağa düştü ve yüzeyine siyah-beyaz taneler saçtı.