Выбрать главу

Havadan bir yıldırım düştü ve savunuculardan bazılarını öldürdü. Rhuarc kamaşan gözlerini kırpıştırdı, yana döndü ve esen rüzgarların arasından çevresini taradı. Orada.

Kardeşlerine geride kalmalarını işaret etti, sonra eğilerek ilerledi. Yeri kaplayan gri, küle benzeyen tozu avuçlayıp giysilerine ve yüzüne sürdü. Rüzgar tozun bir kısmını ellerinden alıp uçurdu.

Rhuarc hançerini dişlerinin arasına sıkıştırarak yere uzandı. Avı küçük bir tepenin üzerinde durmuş, savaşı izliyordu. Kırmızı peçelilerden biri. Peçesini indirmiş, sırıtıyordu. Yaratığın dişleri eğelenerek sivriltilmişti. Dişleri sivriltilenlerin hepsi yönlendiriyordu. Dişleri sivriltilmemiş olanların da bazıları yönlendirebiliyordu. Rhuarc bunun ne demek olduğunu bilmiyordu.

Bu adam yönlendirenlerdendi. Ateşten bir mızrak yapıp, yakında savaşan Tearlılara doğru fırlattığında belli oldu bu. Rhuarc yavaşça ilerledi ve kayaların arasındaki bir girintiye süzüldü.

Kızıl peçenin Savunucuları teker teker öldürmesini izlemek zorunda kaldı, ama hızlanmadı. Kızıl peçe ellerini arkasında kenetleyerek durmuş, Tek Güç’ten örgülerle çevresine saldırırken, ateşlerin cızırtısını dinleyerek, acı verici ölçüde yavaşça sürünmeye devam etti.

Kızıl peçe onu görmedi. Bu adamların bir kısmı Aiel gibi savaşsa da, çoğu yapamıyordu. Birini izlerken sessiz hareket edemiyorlardı ve yay ve mızrak kullanmayı bilmeleri gerektiği kadar iyi bilmiyor gibiydiler. Önündeki adam gibi… Rhuarc bu yaratıkların sessizce hareket etme, bir düşmana gizlice yaklaşma ya da yabanda geyik avlama ihtiyacı duyduğunu hiç sanmıyordu. Yönlendirebilirken neden öğreneceklerdi bu yetenekleri?

Rhuarc kızıl peçenin ayaklarının yakınındaki bir Trolloc leşinin çevresinden dolanırken adam fark etmedi. Sonra Rhuarc uzandı ve adamın diz ardı kirişlerini kesti. Adam bağırarak düştü ve o yönlendiremeden, Rhuarc boğazını kesti, sonra da iki cesedin arasına saklandı.

Şamatayı duyan iki Trolloc araştırmaya geldi. Onlar onu göremeden Rhuarc ilkini öldürdü, sonra İkincisini dönerken indirdi. Derken bir kez daha manzaraya karıştı.

Araştırmaya gelen başka Gölgedölü olmadı, bu yüzden Rhuarc adamlarına doğru geriledi. Hareket ederken –koşmak için doğrulurken– iki Trollocun işini bitiren küçük bir kurt sürüsünün yanından geçti. Kurtlar kanlı ağızlarla, kulaklarını dikerek ona döndüler. Geçmesine izin verdiler ve yeni avlar bulmak amacıyla fırtınanın içinde sessizce uzaklaştılar.

Kurtlar. Yağmursuz borayla gelmişlerdi ve şimdi insanların yanında savaşıyorlardı. Rhuarc savaşın genelinin nasıl gittiğini bilmiyordu. Uzakta, Kral Darlin’in birliklerinin bir kısmının hâlâ saflar halinde savaştığını görebiliyordu. Arbaletçiler Ejderyeminlilerin yanına konuşlanmışlardı. Rhuarc son gördüğünde okları bitmişti ve malzeme taşıyan tuhaf, buhar kusan arabalar şimdi paramparça yatıyordu. Aes Sedailer ve Asha’manlar saldırıya karşı yönlendirmeye devam ediyorlardı, ama önceden gördüğü enerjileri kalmamıştı.

Aieller, en iyi yaptıkları işi yapıyorlardı: öldürmek. Bu ordular Rand al’Thor’a giden patikayı tuttuğu sürece, belki yeterli olurdu. Belki…

Bir şey ona çarptı. Rhuarc inleyerek dizleri üzerine düştü. Başını kaldırdığı zaman güzel birinin fırtınanın içinden çıktığını ve onu süzdüğünü gördü. Kadının harika gözleri vardı, ama asimetriktiler. Rhuarc başka herkesin gözlerinin ne kadar korkunç ölçüde simetrik olduğunu daha önce hiç fark etmemişti. Bunu düşünmek bile midesini bulandırıyordu. Ve diğer kadınların kafalarında çok tüm fazla saç vardı. Seyrek saçlarıyla bu yaratık çok daha harikaydı.

Bu harika, hayret verici kadın yaklaştı. İnanılmaz. Yere çökmüş olan Rhuarc’ın çenesine dokundu. Parmak uçları bulutlar kadar yumuşaktı.

“Evet, sen iş görürsün,” dedi. “Gel evcil hayvanım. Diğerlerine katıl.”

Onu takip eden grubu gösterdi. Aralarında pek çok Bilge, iki Aes Sedai ve mızraklı bir adam vardı. Rhuarc hırladı. Bu adam sevgilisinin sevgisini çalmaya çalışır mıydı? Bunu yapmaya çalışırsa onu öldürürdü. O…

Hanımı güldü. “Moridin de bu yüzü ceza olarak görüyor. Eh, ne yüz takındığım senin umurunda değil, değil mi tatlım?” Sesi yumuşadı, ama aynı zamanda sertleşmişti. “İşim bittiğinde kimsenin umurunda olmayacak. Moridin’in kendisi güzelliğime övgüler yağdıracak, çünkü benim ona bahşettiğim gözlerle görecek. Tıpkı senin gibi evcil hayvanım. Tıpkı senin gibi.”

Rhuarc’ı okşadı. Rhuarc ona ve diğerlerine katıldı ve kardeşim dediği adamları geride bırakarak vadide ilerledi.

Önündeki ışık iplikleri bir araya gelerek bir yol oluşturdu ve Rand yola adım attı. Adımı parlak, temiz bir parke taşına indi ve Rand hiçlikten ihtişama geçti.

Yol, altı arabanın yan yana gidebileceği kadar genişti, ama şu an üzerinde hiç araba yoktu. Yalnızca insanlar. Rengarenk giysiler içinde, gevezelik eden, seslenen, hevesli, canlı insanlar. Sesler boşluğu doldurdu – hayatın sesleri.

Rand döndü ve çevresinde yükselen binalara baktı. Caddenin iki yanına yüksek evler dizilmişti. Evlerin önlerinde sütunlar vardı. Caddeye bakan yüksek, ince binalar birbirlerine yaslanmışlardı. Onların ötesinde, gökyüzüne doğru uzanan kubbeler, harikalar, binalar vardı. Gördüğü hiçbir şehre benzemiyordu, ama işçilik Ogier işçiliğiydi.

Daha doğrusu, kısmen Ogier. Yakında, işçiler fırtına sırasında kırılmış taş bir cepheyi onarıyorlardı. İnsanların yanı sıra çalışan kalın parmaklı Ogierler gürleyen kahkahalar atıyorlardı. Ogierler Rand’ın fedakarlığının karşılığını ödemek için İki Nehir’e gelmişlerdi. Burada bir anıt yapmak istemişlerdi, ama kasabanın önderleri akıllılık etmiş, anıt yerine şehri geliştirmelerine yardım etmelerini istemişti.

Seneler içinde Ogierler ve İki Nehirliler yan yana çalışmışlardı – öyle ki, artık İki Nehirli zanaatkarlar dünyanın her yerinde aranır olmuştu. Rand caddede, her ulustan insanın arasında yürüdü. Renkli, incecik giysileri içinde Domanlılar. Bol giysiler ve çizgili kolları olan gömlekler içinde Tearlılar – asillerle sıradan insanlar arasındaki ayrım gittikçe kayboluyordu. Egzotik ipekliler içinde Seanchanlar. Asil havalı Sınırboylular. Hatta bazı Sharalılar.

Hepsi Emond Meydanı’na gelmişti. Şehir eski haline pek az benziyordu, ama bazı izler kalmıştı. Caemlyn ya da Tear gibi daha büyük şehirlerde olabileceğinden daha fazla ağaç ve açık yeşil alan vardı. İki Nehir’de zanaatkarlara saygı duyuluyordu. Ve dünyanın en iyi nişancılarına sahiptiler. Tüfek denen, yeni ateşli çubuklarla silahlanmış seçkin bir grup İki Nehirli, Aiellerle birlikte Shara’ya bir barış seferi düzenlemişti. Shara, dünyada savaş olan tek yerdi. Ah, orada burada çatışmalar çıkıyordu. Beş sene önce, Murandy’yle Tear arasında çıkan anlaşmazlık, Son Savaş’ın üzerinden geçen yüz sene içinde, dünyaya az daha ilk savaşını verecekti.

Rand gülümseyerek, kimseyi itip kakmadan, insanların seslerindeki coşkuyu gururla dinleyerek kalabalığın içinde yürüdü. Murandy’deki ‘anlaşmazlık’ Dördüncü Çağ’ın standartlarına göre hareketliydi, ama aslında hiçbir şeydi. Tek bir kızgın asil, bir Aiel devriye koluna ateş açmıştı. Üç kişi yaralanmıştı, kimse ölmemişti ve Shara seferleri dışında, senelerdir görülen en kötü ‘çatışma’ buydu.

Yukarıda, güneş ince bulut örtüsünü deldi ve caddeyi ışığa boğdu. Rand sonunda şehir meydanına ulaşmıştı. Eskiden burası Emond Meydanı’nın Çayır’ıydı. Artık bir ordunun yürüyebileceği Taşocağı Yolu için ne düşünmek lazımdı? Meydanın ortasındaki devasa çeşmenin çevresinde yürüdü. Son Savaş’ta hayatını kaybedenlere adanmış bir anıttı ve Ogierler tarafından yapılmıştı.