Выбрать главу

Ya Demandred? Arganda Terkedilmiş’in yolladığı yeni bir yıkım dalgası görebiliyordu. Saldırı, ırmağın karşısındaki savunucuları yakıp geçti. Kargı sıraları bozulmaya başlamıştı. Her ışık patlaması yüzlerce insanı öldürüyordu.

“Uzakta, bir tarafta Sharalı yönlendiriciler,” diye mırıldandı Arganda, “diğer tarafta Terkedilmişlerden biri! Işık! Orada ne kadar Trolloc olduğunu fark etmemiştim. Bitmek tükenmek bilmiyorlar.” Şimdi onları görebiliyordu. Elayne’in birlikleriyle savaşıyorlardı. Tek Güç patlamaları, aşağıda, uzakta, binlercesini gösteriyordu. “İşimiz bitti, değil mi?”

Lan’in yüzü meşale ışıklarını yansıttı. Gözleri arduvaz gibiydi, yüzü ise granit. Arganda’ya itiraz etmedi.

“Ne yapacağız?” dedi Arganda. “Kazanmak için… Işık, kazanmak için bu Sharalıları bozguna uğratmamız, kargılı askerleri kurtarmamız gerekiyor –yakında Trolloclarca kuşatılacaklar– ve her birimizin o canavarlardan en az beşini öldürmesi gerekecek! Demandred’i saymadım bile.”

Lan yanıt vermedi.

“Sonumuz geldi,” dedi Arganda.

“Eğer öyleyse,” dedi Lan, “yüksek zeminde duracağız ve ölene kadar savaşacağız Ghealdanlı. Ancak öldüğünde teslim olursun. Pek çok insan bu fırsatı da bulamadı.”

Rand hayal ettiği dünyayı dokurken olasılık iplikleri ona direndi. Bunun ne anlama geldiğini bilmiyordu. Belki talep ettiği şeyin olasılığı çok düşüktü. Yaptığı bu şey, ne olabileceğini göstermek için iplikleri kullanmak, basit bir yanılsamadan daha fazlasıydı. Eskiden var olmuş, yine var olabilecek dünyalara bakmayı gerektiriyordu. İçinde yaşadığı gerçekliğin aynaları.

Bu dünyaları o yaratmamıştı. Yalnızca… gösteriyordu onları. İplikleri, talep ettiği gerçekliği açmaya zorluyordu ve iplikler sonunda itaat etti. Son bir defa, karanlık ışık oldu ve hiçlik bir şeye dönüştü.

Karanlık Varlık’ı bilmeyen bir dünyaya adım attı.

Giriş noktası olarak Caemlyn’i seçmişti. Belki Karanlık Varlık son yaratımında burayı kullandığı için, Rand kendi kendine o korkunç görünün kaçınılmaz olmadığını kanıtlamak istiyordu. Şehri, lekesiz haliyle bir kez daha görmesi gerekiyordu.

Derin bir nefes alarak sarayın önündeki yolda yürüdü. Yaglızincir ağaçları çiçek açmıştı, sapsarı çiçekler bahçelerden taşıyor, avlu duvarlarından dışarı sarkıyordu. Aralarında çocuklar oynuyor, çiçek yapraklarını havaya fırlatıyorlardı.

Parlak gökyüzünde tek bir bulut yoktu. Rand başını kaldırarak kollarını açtı ve çiçeklerle kaplı dalların altından sıcak günışığına çıktı. Sarayın girişinde hiç muhafız yoktu, yalnızca bazı ziyaretçilerin sorularını yanıtlayan nazik bir hizmetkar vardı.

Rand, peşinde altın rengi taçyaprakları bırakarak girişe doğru yürüdü. Bir kız çocuğu yaklaştı ve Rand durarak çocuğa gülümsedi.

Kız yanına gelerek, Rand’ın belindeki kılıca dokundu. Kafası karışmış gibiydi. “Bu ne?” diye sordu, iri iri açılmış gözlerle bakarak.

“Bir hatıra,” diye fısıldadı Rand.

Diğer çocukların kahkahasını duyunca kız başını çevirdi ve havaya kucak kucak çiçek yaprağı fırlatan çocuğa kıkırdayarak Rand’dan uzaklaştı.

Rand yürümeye devam etti.

SENİN İÇİN KUSURSUZLUK BU MU? Karanlık Varlık’ın sesi uzaktan geliyordu. Bu gerçekliği delip Rand’la konuşabiliyordu, ama burada, diğer görülerde belirdiği gibi görünemezdi. Burası onun antiteziydi.

Çünkü burası, Rand Son Savaş’ta onu öldürürse var olacak dünyaydı.

“Gel de gör,” dedi Rand, gülümseyerek.

Yanıt gelmedi. Karanlık Varlık bu gerçekliğe fazla çekilmesine izin verirse, var olmayı bırakacaktı. Bu mekânda, o ölmüştü.

Her şey döner ve yeniden gelirdi. Zaman Çarkı’nın anlamı buydu. Eğer geri dönecekse, Karanlık Varlık’ı tek bir savaşta yenmenin anlamı neydi? Rand daha fazlasını yapabilirdi. Bunu yapabilirdi.

“Kraliçe’yi görmek istiyorum,” dedi Rand, Saray kapısındaki hizmetkara. “İçeride mi?”

“Onu bahçelerde bulabilirsin delikanlı,” dedi rehberi. Rand’ın kılıcına baktı, ama endişeyle değil merakla. Bu dünyada, insanlar birinin bir başkasını neden incitmek isteyeceğini anlamıyordu. Böyle bir şey olmuyordu.

“Teşekkür ederim,” dedi Rand ve Saray’a girdi. Koridorlar tanıdık ama farklıydı. Son Savaş sırasında Caemlyn yerle bir olmuş, Saray yanmıştı. Yeniden inşa edilen Saray eskisine benziyordu, ama tam olarak değil.

Rand koridorlarda gezindi. Bir şey onu rahatsız ediyordu, zihninin bir köşesinde bir huzursuzluk vardı. Neydi o…

Burada kısılı kalma, diye düşündü. Kendini kaptırma. Bu dünya gerçek değildi, tam olarak değil. Henüz değil.

Bu, Karanlık Varlık’ın planı olabilir miydi? Rand’ı kandırarak kendine bir cennet yaratmasını, içine girmesini ve Son Savaş dünyayı kasıp kavururken orada kısılı kalmasını sağlamak? Onlar savaşıyor ve ölüyordu.

Bunu hatırlaması gerekiyordu. Bu hayalin onu yutmasına izin veremezdi. Galeriye girerken –iki yanına pencereye benzeyen şeyler dizilmiş uzun bir koridor– bunu hatırlamak kolay değildi. Yalnız, o pencereler Caemlyn’e bakmıyordu. Bu yeni cam kapılar, hep açık kalan bir kapıyol gibi, insanların başka yerleri görmesini mümkün kılıyordu.

Rand, bir koyu sualtından gösteren pencerenin önünden geçti. Rengarenk balıklar oraya buraya kaçışıyordu. Bir başkası, Puslu Dağlar’ın yükseklerinde huzurlu bir çayırı gösteriyordu. Yeşil çimenlerin arasından çıkan kırmızı çiçekler, bir ressamın gündelik işinden sonra yerde kalan boya lekelerini andırıyordu.

Diğer duvarda, pencereler dünyanın büyük şehirlerine bakıyordu. Rand, Tear’ın önünden geçti. Tear Taşı, Üçüncü Çağ‘a adanmış bir müze olmuştu ve Taşın Savunucuları da küratörleriydi. Bu nesilden tek bir kişi bile silah taşımamıştı ve dedelerinin savaş hikâyeleri onları hayretten hayrete sürüklüyordu. Bir başkası Malkier’in Yedi Kule’sini gösteriyordu. Kule yine sapasağlam yapılmıştı – ama bir kale olarak değil, bir anıt olarak. Karanlık Varlık öldüğünde Afet yok olmuştu ve Gölgedölleri anında ölmüştü. Tıpkı bir Trolloc yumruğunu yöneten Soluklar gibi, Karanlık Varlık her birine bağlıydı.

Kapılarda kilit yoktu. Para hemen hemen unutulmuş bir tuhaflıktı. Yönlendiricilerin yardımıyla herkes için yiyecek yaratılabiliyordu. Rand, Tar Valon’a açılan bir pencerenin önünden geçti. Aes Sedailer her gelene Şifa veriyorlar, âşıkları kavuşturmak için kapıyollar açıyorlardı. Herkes, ihtiyaç duyduğu her şeye sahipti.

Rand bir sonraki pencerede duraksadı. Rhuidean’a baktı. Bu şehrin eskiden çöl olduğuna inanmak zordu. Kıraç, ta Shara’dan Cairhien’e kadar, çiçeklerle kaplıydı. Ve burada, pencerenin ardından, Çora Çayırları vardı – efsane şehri kuşatan, bir orman dolusu. Sözcükleri duyamasa da, Aiellerin şarkı söylediğini görebiliyordu.

Artık silah yoktu. Dans edecek mızrak yoktu. Aieller bir kez daha barış dolu bir halk olmuştu.

Yürümeye devam etti. Bandar Eban, Ebou Dar, Seanchan toprakları, Shara. Her ulus temsil ediliyordu, ama bugünlerde insanlar sınırlara pek aldırış etmiyordu. Sınırlar da hatıralarda kalmış bir başka şeydi. Kimin hangi ulusta yaşadığı kimin umurundaydı, insan neden toprağa ‘sahip olmaya’ çalışsındı? Herkese yetecek kadar toprak vardı. Kıraç’ın yeşermesi, yeni şehirler ve yeni harikalar için yer açmıştı. Rand’ın önünden geçtiği pek çok pencere, hiç bilmediği yerlere açılıyordu, ama İki Nehir’in bu kadar görkemli olduğunu görünce sevindi. Manetheren geri gelmişti sanki.