Asıl tehlike o Trolloclardı. Irmakta, Elayne’i kuşatacak ve Yayla’daki savaşa katılacak kadar çok Trolloc vardı. Mat’in ordularından biri yenilirse, işi biterdi.
Eh, Mat zarlarını atmış, emirlerini göndermişti. Artık savaşmak, kan dökmek ve umut beslemekten başka yapacak şey kalmamıştı.
Yayla’nın batı tarafından, sıvı ateş gibi bir ışık serpintisi yükseldi. Karanlık havada, eriyik taş damlaları düşmeye başladı. Mat başta Demandred’in o yönden saldırmaya karar verdiğini düşündü, ama Terkedilmiş hâlâ Andorluları yok etmeye çalışmakla meşguldü.
Bir başka ışık çakması. Aes Sedailer o tarafta savaşıyordu. Mat karanlığın ve dumanların içinde, Yayla’nın batısından doğusuna kaçan Sharalılar gördüğüne emindi. Kendini gülümserken buldu.
“Bak,” dedi, Karede’nin omzuna bir şaplak atıp, adamın dikkatini çekerek.
“Ne oldu?”
“Bilmiyorum,” dedi Mat. “Ama bir şey Sharalıların üzerine ateş yağdırıyor, bu yüzden ondan hoşlandığımdan hemen hemen eminim. Savaşmaya devam edin!” Shara askerlerine karşı yeni bir saldırıda Karede ve diğerlerine önderlik etti.
Olver, sırtına bağlanmış ok demetinin altında kamburunu çıkarmış, yürüyordu. Gerçekten ağır olmaları konusunda ısrar etmişti. Gölge’nin adamlarından biri taşıdıklarını kontrol ederse ve demetin ortasına hafif bezler tıkıştırılmış olduğunu görürse ne olurdu?
Setalle ve Faile ona her an kırılabilecek bir şeymiş gibi bakmak zorunda değillerdi. Demet o kadar da ağır değildi. Elbette bu, geri döndüklerinde Setalle’den biraz merhamet dilenmeyeceği anlamına gelmiyordu. Bu tür şeyleri çalışmaya ihtiyacı vardı, yoksa sonunda Mat gibi ümitsiz birine dönüşürdü.
Sıra burada, Lanetli Topraklar’daki malzeme deposuna doğru ilerlemeye devam etti ve bu esnada Olver kendi kendine, birazcık daha hafif bir yüke bir şey demeyeceğini itiraf etti. Yorulmaya başladığından değil. Gerekirse nasıl savaşacaktı? Yükünü çabucak bırakması gerekecekti ve bu, kimsenin bir şeyi çabucak yapmasına izin verecek türden bir yük gibi görünmüyordu.
Ayakları gri tozla kaplanmıştı. Ayakkabıları yoktu ve giysilerinden paçavra bile olmazdı. Önceden, Faile ve Birlik Gölge’nin malzeme deposuna giden acınası kervanlardan birine saldırmıştı – bitkin düşmüş, yan aç tutsakları koruyan yalnızca üç Karanlıkdostu ve bir yağlı tüccar vardı.
Malzemelerin çoğu Kandor damgası taşıyordu: kırmızı bir at. Aslında tutsakların çoğu da Kandorluydu. Faile onlara özgürlüklerini sunmuş, güneye gitmelerini söylemişti, ama yalnızca yansı gitmişti. Kalanlar ona katılmakta ve Son Savaş’a yürümekte ısrar etmişti, ama Olver bu adamlardan daha etli butlu sokak dilencileri görmüştü. Yine de, Faile’in sırasının gerçekçi görünmesine yardımcı oluyorlardı.
Bu önemliydi. Erzak deposuna yaklaşırlarken Olver başını kaldırdı. Soğuk gecede, patikanın iki yanına meşaleler dizilmişti. Pek çok kızıl peçeli Aiel kenarda durmuş, onların geçmelerini izliyordu. Olver, nefretini görmesinler diye başını eğdi yine. O Aiellere güvenilemeyeceğini biliyordu.
İki nöbetçi –Aiel değillerdi, Karanlıkdostlarındandılar– bağırarak sıranın durmasını emretti. Aravine öne çıktı. Öldürdükleri tüccarın giysilerini giymişti. Faile’in Saldaealı olduğu çok açıktı ve tüccar Karanlıkdostu oynamak için fazla çarpıcı göründüğüne karar vermişlerdi.
“Korumalarınız nerede?” diye sordu asker. “Bu Lifa’nın kervanı değil mi? Ne oldu?”
“O aptallar!” dedi Aravine, sonra yana dönerek tükürdü. Olver gülümsemesini sakladı. Kadının yüzü tamamen değişmişti. Rol yapmayı biliyordu. “Onları öldükleri yerde bıraktım! Gece dolaşmaya çıkmamalarını söylemiştim. O üçü ne düşünüyordu bilmiyorum, ama onları kampın kıyısında bulduk. Şişmişlerdi ve derileri kararmıştı.” Midesi bulanıyormuş gibi yüzünü buruşturdu. “Sanırım bir şey karın boşluklarına yumurta bırakmış. Yumurtalardan ne çıkacağını görmek istemedik.”
Asker homurdandı. “Sen kimsin?”
“Pansai,” dedi Aravina. “Lifa’nın iş ortağı.”
“Lifa ne zamandan beri ortaklı çalışıyor?”
“Ben onu bıçakladığımdan ve kervanı devraldığımdan beri.”
Lifa hakkında ne biliyorlarsa tutsaklardan öğrenmişlerdi. O da pek azdı. Olver terlediğini fark etti. Nöbetçi Aravine’e uzun uzun baktı, sonra insan sırası boyunca yürümeye başladı.
Kandorlu tutsakların arasına Faile’in askerleri de karışmıştı. Doğru duruşu takınmak için ellerinden geleni yaptılar.
“Sen, kadın,” dedi nöbetçi, Faile’i göstererek. “Bir Saldaealı ha?” Kahkaha attı. “Saldaealı bir kadının, bir adamın onu tutsak almasına izin vermektense adamı öldüreceğini zannederdim.” Faile’i omzundan itti.
Olver nefesini tuttu. Ah, kan ve lanet küller! Leydi Faile bunu kaldıramayacaktı. Nöbetçi tutsakların gerçekten ezilip ezilmediğini anlamaya çalışıyordu! Faile’in duruşu, tavırları onu ele verecekti. O bir asildi ve…
Faile kamburunu çıkardı, küçücük oldu ve inleyerek Olver’in duyamadığı bir yanıt verdi.
Olver’in ağzı açık kaldı, sonra ağzını kapattı ve başını eğdi. Nasıl? Faile gibi bir leydi, hizmetkar gibi davranmayı nasıl öğrenmişti?
Nöbetçi homurdandı. “Devam et,” dedi elini Aravine’e doğru sallayarak. “Ben çağırtana kadar orada bekle.”
Grup ayak sürüyerek yakındaki bir yere gitti. Aravine herkese oturmalarını emretti. Kendisi kollarını kavuşturarak bir yanda durdu ve ayağının ucunu yere vurarak bekledi. Gök gürledi ve Olver tuhaf bir ürperti hissetti. Başını kaldırdığı zaman bir Myrddraal’in gözsüz yüzünü karşısında buldu.
Olver’in içinden, buz gibi bir göle daldırılmış gibi, bir şok dalgası geçti. Nefes alamıyordu. Myrddraal, pelerini donuk ve kıpırtısız, süzülürcesine hareket ederek grubun çevresinden dolandı. Korkunç bir andan sonra malzeme kampına doğru yoluna devam etti.
“Yönlendirici arıyor,” diye fısıldadı Faile, Mandevwin’e.
“Işık bize yardım etsin,” diye fısıldadı adam.
Bekleme neredeyse dayanılmazdı. Sonunda beyaz giysiler içinde tombul bir kadın yaklaştı ve bir kapıyol açtı. Aravine ayağa kalkmalarını bağırdı ve sonra kapıyoldan geçmelerini işaret etti. Olver, Faile’in yakınında sıraya girdi ve kırmızı toprak ve soğuk havadan, yanıyormuş gibi kokan bir yere geçtiler.
Trolloclarla dolu iğreti bir kampa girdiler. Yakında pek çok büyük kazan kaynıyordu. Kampın hemen arkasında, dik bir yamaç bir tür platoya tırmanıyordu. Platonun tepesinden dumanlar yükseliyordu ve oranın solundan savaş gürültüleri geliyordu. Oğlan yamaca sırtını döndüğünde, uzakta yüksek, dar bir dağın karanlık siluetini gördü. Dağ düz ovadan, bir masanın ortasındaki mum gibi yükseliyordu.
Kampın arkasındaki yamaca baktı ve kalbi yerinden oynadı. Yamacın tepesinden aşağı, elinde bir bayrak tutan bir beden uçuyordu – büyük kırmızı bir el işareti taşıyan bir bayrak. Kızıl El Birliği! Adam ve bayrak, bir ateşin çevresinde, cızırdayan et parçaları yiyen bir grup Trollocun ortasına düştü. Her yöne kıvılcımlar uçuştu ve öfkeli yaratıklar adamı ateşten çektiler, ama adam Trollocların ona ne yaptığına aldırış edecek hali çoktan geçmişti.
“Faile!” diye fısıldadı Olver.
“Gördüm.” Faile bohçasına, içine Boru’yu koyduğu çuvalı gizlemişti. Daha çok kendi kendine, ekledi. “Işık. Mat’e nasıl ulaşacağız?”