Выбрать главу

SHAI’TAN, dedi Rand. BU NEDİR?

ANTLAŞMAMIZ, diye yanıt verdi Karanlık varlık. UZLAŞMAMIZ.

UZLAŞMAMIZ HİÇLİK Mİ? diye sordu Rand.

EVET.

Rand anladı. Karanlık Varlık bir anlaşma öneriyordu. Rand bunu kabul edebilirdi… Hiçliği kabul edebilirdi. İkisi dünyanın kaderi için düello yapıyordu. Rand barış, ihtişam, sevgi için savaşıyordu. Karanlık Varlık ise tam tersi için. Acı. İstırap.

Bu, bir açıdan, ikisi arasındaki dengeydi. Karanlık Varlık Çark’ı kendi kötücül arzularına uyacak şekilde yeniden yaratmayacaktı. İnsanlık köle olmayacaktı, sevgisiz bir dünya olmayacaktı. Dünya olmayacaktı.

ELAN’A VAAT ETTİĞİN DE BUYDU, dedi Rand. VAROLUŞUN SONUNU VAAT ETTİN ONA.

SANA DA VAAT EDİYORUM, diye yanıt verdi Karanlık Varlık. VE TÜM İNSANLARA. BARIŞ İSTEDİN. ONU SANA VERİYORUM. SIK SIK ARADIĞIN BOŞLUĞUN HUZURU. SANA HER ŞEYİ VE HİÇBİR ŞEYİ VERİYORUM.

Rand öneriyi hemen reddetmedi. Öneriyi aldı ve zihninde kucakladı. Acı yok. Istırap yok. Yük yok.

Bir son. Arzuladığı da bu değil miydi? Nihayet döngüler için bir son?

HAYIR, dedi Rand. VAROLUŞUN SONU BARIŞ DEĞİL. BU SEÇİMİ DAHA ÖNCE DE YAPTIM. DEVAM EDECEĞİZ.

Karanlık Varlık’ın baskısı onu yine kuşattı, paramparça etmekle tehdit etti.

BİR DAHA ÖNERMEYECEĞİM, dedi Karanlık Varlık.

“Bir daha önermeni beklemiyorum,” dedi Rand, bedeni geri döner, olasılık iplikleri solarken.

Sonra gerçek acı başladı.

Min toplanmış Seanchan güçleriyle birlikte bekliyordu. Subaylar fenerlerle sıralar boyunca yürüyor, adamlarını hazırlıyordu. Ebou Dar’a dönmemişlerdi; kapıyollarla, Min’in tanımadığı bir ovaya kaçmışlardı. Burada tuhaf kabuklu, açık yapraklı ağaçlar yetişiyordu. Bunlar gerçekten ağaç mı, yoksa devasa egreltiotları mı, seçemiyordu Min. Soldukları için anlamak daha da zordu. Ağaçların yaprakları vardı, ama haftalardır su yüzü görmemiş gibi solmuş, sarkıyorlardı. Min sağlıklıyken neye benzediklerini hayal etmeye çalıştı.

Burada hava farklı kokuyordu – tanımadığı bitkilerin ve denizin kokusu. Seanchan güçleri düzenli sıralar halinde dizilmiş, yürümeye hazır, bekliyorlardı. Her dört adamdan biri fener taşıyordu, ama onların da yalnızca on tanesinden biri yakılmıştı. Kapıyollara rağmen bir orduyu nakletmek hızlı yapılacak iş değildi, ama Fortuona’nın yüzlerce damanesi vardı. Geri çekilişleri hızlı ve düzenli olmuştu ve Min savaş meydanına dönüşlerinin de aynı ölçüde verimli olacağını tahmin ediyordu.

Fortuona geri dönmeye karar verirse yani. İmparatoriçe, mavi fenerlerin ışığı altında, tahtının üzerinde kaldırılarak bir sütuna oturtulmuştu. Bir taht değildi bu; küçük bir tepede, yaklaşık bir metre seksen santim yüksekliğinde, bembeyaz bir sütundu. Min sütunun yanına oturuyor ve gelen raporları duyabiliyordu.

“Bu savaş Kuzgun Prensi için iyi gitmiyor,” dedi General Galgan. Generalleriyle Fortuona’nın önünde doğrudan konuşuyordu ki, İmparatoriçe’ye resmi bir biçimde hitap etmeden karşılık verebilsinler. “Geri dönmemiz için verdiği emir biraz önce geldi. Yardım istemek için çok fazla bekledi.”

“Bunu söylemekte tereddüt ediyorum,” dedi Yulan. “Ama İmparatoriçe’nin bilgeliği sınırsız olsa da ben Prens’e güvenmiyorum. İmparatoriçe’nin seçtiği eş olabilir. Bu rol için akıllıca bir seçim olduğu açık. Ama savaşta pervasız olduğunu kanıtladı. Belki de yaşananlar yüzünden fazla gergin.”

“Bir planı olduğundan eminim,” dedi Beslan içtenlikle. “Mat’e güvenmek zorundasınız. Ne yaptığını biliyor.”

“Beni daha önce etkiledi,” dedi Galgan. “Alametler onun tarafında görünüyor.”

“Kaybediyor Kumandan General,” dedi Yulan. “Hem de çok fena kaybediyor. Bir adamın alametleri de, bir ulusun talihi gibi, çok hızlı değişebilir.”

Min kısa boylu Hava Kumandanı’na gözlerini kısarak baktı. Adam artık her elinin son iki tırnağını boyuyordu. Tar Valon saldırısını yöneten kişi buydu ve o saldırıdaki başarısı adamı Fortuona’nın gözünde çok yüceltmişti. Adamın kafasının çevresinde simgeler ve alametler dönüyordu. Galgan’ın ve Beslan’ın çevresinde döndüğü gibi.

Işık, diye düşündü Min. Gerçekten de Fortuona gibi ‘alametler’ hakkında mı düşünmeye başlıyorum? Bu insanların yanından ayrılmam lazım. Bunların hepsi deli.

“Prens’in bu savaşı bir oyun gibi gördüğünü hissediyorum,” dedi Yulan yine. “Önceki kumarları akıllıca kumarlardı, ama kendini fazla zorladı. Dactolk masasında oturan kaç adam, oynadığı ilk kumarlarda dahi gibi görünmüştür, ama sonra bu kadar becerikli görünmesinin gelişigüzel şans sayesinde olduğu ortaya çıkmıştır? Prens başta kazandı, ama artık onun gibi kumar oynamanın ne kadar tehlikeli olduğunu görebiliyoruz.”

Yulan başını İmparatoriçe’ye doğru eğdi. Fortuona ona susması için sebep vermediğinden savları gittikçe daha cüretkar oluyordu. Fortuona’nın sessizliği, bu durumda, sözlerine devam etmesinin beklendiğini işaret ediyordu.

“Ben onun hakkında… söylentiler duydum,” dedi Galgan.

“Mat bir kumarbaz, evet,” dedi Beslan. “Ama bu konuda tekinsiz bir başarıya sahip. Kazanıyor General. Lütfen, geri dönüp ona yardım etmeniz gerek.”

Yulan başını şiddetle iki yana salladı. “İmparatoriçe –sonsuza dek yaşasın– bizi iyi bir sebeple çekti savaş meydanından. Prens kendi kumanda merkezini koruyamıyorsa, savaşa hakim değil demektir.”

Gittikçe daha cüretkar. Galgan çenesini ovaladı, sonra oradaki diğer kişiye baktı. Min, Tylee hakkında çok şey bilmiyordu. Bu toplantılarda sessiz kalıyordu. Kırlaşmış saçları ve geniş omuzlarıyla, esmer tenli kadında tarifi imkansız bir güç havası vardı. Savaşta adamlarının hemen önünde defalarca savaşmış bir generaldi. O yara izleri bunu kanıtlıyordu.

“Bu kıtalılar benim sandığımdan daha iyi savaşıyorlar,” dedi Tylee. “Cauthon’un askerlerinin bazılarının yanında savaştım. Sizi şaşırtacaklarını düşünüyorum General. Ben de, haddim olmayarak, geri dönüp yardım etmemizi öneriyorum.”

“Ama bunu yapmak İmparatorluk’un çıkarına mı olur?” diye sordu Yulan. “Cauthon’un güçleri Gölge’yi zayıflatacak. Gölge’nin Merrilor’dan Ebou Dar’a yürüyüşü de öyle. Yolda Trollocları hava saldırılarıyla ezebiliriz. Hedefimiz uzun zafer olmalı. Belki Prens’i alıp güvenli bir yere taşıyacak damaneler gönderebiliriz. İyi savaştı, ama bu savaşta düşmanın dengi olmadığı açık. Ordularını kurtaramayız elbette. Onların sonu geldi.”

Min kaşlarını çatarak öne eğildi. Yulan’ın kafasının üzerindeki imgelerden biri… çok tuhaftı. Bir zincir. Neden başının üzerinde bir zincir olsun?

O bir tutsak, diye düşündü aniden. Işık. Biri onu maşa gibi kullanıyor.

Mat casustan korkuyordu. Min içinin ürperdiğini hissetti.

“İmparatoriçe, sonsuza dek yaşasın, kararını verdi,” dedi Galgan. “Geri döneceğiz. Bilgeliği içinde, fikir değiştirmemişse eğer…?” Yüzünde sorgular bir ifadeyle Fortuona’ya döndü.

Casusumuz yönlendirebiliyor, diye düşündü Min, Yulan’ı inceleyerek. O adam İçtepi altında.

Bir yönlendirici. Kara Ajah mı? Karanlıkdostu bir damane mi? Bir erkek Dehşetlordu? Herkes olabilirdi. Ve casus büyük olasılıkla, bir örgüyle gerçek yüzünü gizlemişti.

O zaman Min bu casusu nasıl bulabilirdi?

Görüler. Aes Sedailerin ve diğer yönlendiricilerin her zaman görüleri olurdu. Her zaman. Onlardan birinde ipucu bulabilir miydi? İçgüdü eseri, Yulan’ın zincirinin onun bir başkasının tutsağı olduğu anlamına geldiğini bilmişti. Öyleyse o asıl casus değil, yalnızca bir kuklaydı.