“Bu savaşın kumandanı kim?” diye sordu.
“Artık hiç kimse,” dedi Mızrağın Kızı. Adını bilmiyordu. “Başta Rodel Ituralde’ydi. Sonra Darlin Sisnera önderlik etti – ama kumanda merkezi Draghkarlar karşısında düştü. Saatlerdir tek bir Aes Sedai ya da klan şefi görmedim.”
Kadının sesi sertti. Yiğit Aieller bile yorulmaya başlamıştı. Savaş meydanını taradığında, Perrin kalan Aiellerin oldukları yerde, genellikle küçük gruplar halinde savaştıklarını ve düşman tarafından biçilmeden önce verebildiklerince zarar vermeye çalıştıklarını gördü. Burada sürüler halinde savaşan kurtlar dağılmışlardı; korku ve acı mesajları geliyordu. Ve Perrin yüzleri delik deşik Gölgedöllerinin ne anlama geldiğini bilmiyordu.
Savaş bitmişti ve Işık’ın tarafı kaybetmişti.
Karanlıktazılar yakındaki Ejderyeminli hattını geçtiler: önlerinde düşen son gruptu bu. Birkaçı kaçmaya çalıştı, ama Karanlıktazılardan biri peşlerinden sıçradı, çoğunu yere devirdi ve birini dişledi. Diğerlerinin üzerine köpüklü salyalar saçıldı ve düşerek seğirmeye başladılar.
Perrin çekicini indirdi. Sonra diz çöktü ve Katil’in pelerinini çıkarıp ellerine sardı. Sonra çekicini yine eline aldı. “Tükürüğün derinize değmesine izin vermeyin. Ölümcüldür.”
Aieller başlarını salladılar ve elleri çıplak olanlar onları bezlere sardılar. Kararlı, ama aynı zamanda pes etmiş kokuyorlardı. Eğer tek seçenek buysa Aieller gülerek ölüme koşarlardı. Islaktopraklılar onları deli sayardı, ama Perrin onlardaki gerçeğin kokusunu alabiliyordu. Aieller deli değildi. Ölümden korkmuyor, ama ona kucak da açmıyorlardı.
“Hepiniz bana dokunun,” dedi Perrin.
Aieller söyleneni yaptılar. Perrin hepsini kurt düşüne götürdü –çelik çubuk eğmek kadar zorlu bir işti– ama başardı. Onları hemen Kıyamet Çukurunun girişine taşıdı. Kurtların ruhları orada toplanmış, sessizce bekliyordu. Yüzlercesi.
Perrin, Aielleri uyanık dünyaya geri getirdi. Böylece küçük ekibini Rand’la Karanlıktazıların arasına yerleştirmişti. Vahşi Av yukarı baktı, gümüş gibi parlayan gözleri Perrin’e dikildi.
“Burayı tutacağız,” dedi Perrin Aiellere, “ve bize başkalarının da yardım edeceğini umacağız.”
“Direneceğiz,” dedi Aiellerden biri, Rand’ın simgesini taşıyan baş bantlarından takmış uzun boylu bir adam.
“Ve eğer direnemezsek,” dedi bir başkası, “uyanacağız ve en azından kanımızla toprağı sulamış, burada büyüyecek bitkileri bedenimizle beslemiş olacağız.” Perrin, uyumsuz bir biçimde, vadide biten yeşil, canlı bitkileri fark etmemişti. Küçük ama güçlüydüler. Rand’ın hâlâ savaşmakta olduğunun işareti.
Karanlıktazılar, kuyruklarını indirmiş, kulaklarını yatırmış, kan lekeli metal gibi parlayan dişlerini çıkarmış, onlara doğru süzülüyorlardı. Rüzgarın üzerinden işittiği neydi? Çok uzak, çok yumuşak bir ses. O kadar yumuşaktı ki, duyamamış olmalıydı. Ama savaşın şamatasını delip geçiyordu. Belli belirsiz aşina…
“O sesi tanıyorum,” dedi Perrin.
“Ses mi?” dedi bir Aiel Kız. “Ne sesi? Kurtların uluması mı?”
“Hayır,” dedi Perrin, Karanlıktazılar patikadan yukarı koşmaya başlarken. “Valere Borusu.”
Kahramanlar gelecekti. Ama hangi savaş meydanında savaşacaklardı? Perrin burada yardım bekleyemezdi. Yalnız…
Bize önderlik et Genç Boğa.
Neden tüm kahramanlar insan olmak zorundaydı?
Boru’yla aynı tınıda bir uluma yükseldi. Perrin başını kaldırdığı zaman meydanın sayısız parlayan kurtla dolmuş olduğunu gördü. Karanlıktazılar kadar iri, büyük, soluk yaratıklardı. Ölen kurtların ruhları burada toplanmış, işareti, savaşma şansını bekliyorlardı.
Boru onları da çağırmıştı.
Perrin zevkle uludu, sonra Karanlıktazıları karşılamak üzere atıldı.
Son Av sonunda gerçekten gelmişti.
Mat, Olver’i yine kahramanların yanında bıraktı. Oğlan Noal’ın önüne yerleşmiş, Trolloclara saldırır, Rand’ı öldürmek isteyen kimsenin patikadan yukarı tırmanmasına izin vermezken, prens gibi görünüyordu.
Mat hâlâ bir atı olan savunucuların birinden atını ödünç aldı ve dörtnala Perrin’i bulmaya gitti. Arkadaşı kurtların arasında olmalıydı elbette. Mat o kocaman, parlak kurt sürülerinin savaşa nasıl katıldığını bilmiyordu, ama yakınacak değildi. Vahşi Av’ı kafa kafaya karşıladılar, hırlayarak Karanlıktazıları paralamaya başladılar. Her iki yandan yükselen ulumalar Mat’in kulaklarını doldurdu.
Bir Karanlıktazıyla savaşan Aiellerin yanından geçti. İnsanların hiç şansı yoktu. Yaratığın ayağını tökezletiyor, onu yaralıyorlardı, ama Karanlıktazı etten değil karanlıktan yapılmış gibi, kendini yine bütünlüyordu – sonra bu sefer o insanları paralıyordu. Kan ve lanet küller! O Aiel silahları yaratığı çizmeyi bile başaramıyor gibiydi. Mat tüm vadiye yayılan gümüşsü sisin kollarından kaçınarak atını dörtnala sürmeye devam etti.
Işık! O sis patikadan yukarı, Rand’a doğru tırmanıyordu. Hızlanıyor, Aiellerin, Trollocların ve Karanlıktazıların üzerinden yuvarlanıyordu.
Orada, diye düşündü Mat, Karanlıktazılarla savaşacak kadar aptal bir adam görünce. Perrin çekicini indirip bir Karanlıktazının kafasını kırdı ve yere çökmeye zorladı. Çekici kaldırdığında, çekiç başından dumanlar çıkıyordu. Şaşırtıcı şekilde, Karanlıktazı ölmüştü.
Perrin döndü ve bakakaldı. “Mat!” diye seslendi. “Burada ne işin var?”
“Yardıma geliyorum!” dedi Mat. “Hiç akıllıca gelmese de!”
“Karanlıktazılarla savaşamazsın Mat,” dedi Perrin, Mat yanına yaklaşırken. “Ben savaşabilirim. Son Av da öyle.” Başını yana eğdi, sonra Boru sesinin geldiği yöne döndü.
“Hayır,” dedi Mat. “Ben çalmadım. O lanet sorumluluk, bundan keyif alıyormuş gibi görünen bir başkasına geçti.”
“O değil Mat.” Perrin, Mat’e yaklaştı ve kolun tuttu. “Karım Mat. Lütfen. Boru ondaydı.”
Mat üzüntüyle başını eğdi. “Çocuk dedi ki… Işık, Perrin. Faile Merrilor’daydı ve Olver Boru’yla kaçabilsin diye Trollocları ondan uzaklaştırdı.”
“O zaman hâlâ yaşıyor olabilir,” dedi Perrin.
“Evet. Elbette yaşıyor olabilir,” dedi Mat. Başka ne diyebilirdi? “Perrin, bir şey daha bilmen gerek. Fain burada, bu savaş meydanında.”
“Fain mi?” diye hırladı Perrin. “Nerede?”
“O sisin içinde! Perrin, bir şekilde Mashadar’ı getirmiş. Sana dokunmasına izin verme.”
“Ben de Shadar Logoth’daydım Mat,” dedi Perrin. “Fain’le görülecek bir hesabım var.”
“Benim yok mu?” dedi Mat. “Ben…”
Perrin’in gözleri irileşti. Mat’in göğsüne bakıyordu.
Orada, gümüş sisten –Mashadar’ın sisinden– küçük beyaz bir kurdele arkadan Mat’in göğsüne saplanmıştı. Mat ona baktı, bir kez sarsıldı ve sonra atından yere düştü.
47
AKIŞIN KIVRANMASINI İZLERKEN
Aviendha, Thakan’dar vadisinin yamaçlarında didiniyor, Graendal’ın oturtmaya kalkıştığı Ruh kalkanından kaçınmaya çalışıyordu. Dantel gibi bir örgü Tek Güç’e ulaşma çabalarını engelliyordu. Ayakları mahvolmuştu, ayakta duramıyordu. Acı içinde, kıpırdayamadan yatıyordu.
Kalkanla savaşıyordu, ama güçlükle.
Terkedilmiş, kısa bir süredir yaptığı gibi, kaya çıkıntısının duvarına yaslanmış, kendi kendine mırıldanıyordu. Böğrü kıpkırmızı kanıyordu. Aşağıda, vadide, savaş sürüyordu. Ölülerin ve bazı canlıların üzerine gümüşsü beyaz bir sis yayılıyordu.