Выбрать главу

Aşkları, paylaştıkları şeylerden doğmuştu. Elayne’le politika ve hükümdarlığın nasıl bir yük olduğu hakkında konuşabiliyordu. Elayne onu anlıyordu. Sahiden anlıyordu, Rand’ın tanıdığı herkesten daha iyi. Binlerce insanın hayatını değiştiren kararlar almanın nasıl bir şey olduğunu biliyordu. Bir ulusun halkının hizmetkarı olmayı anlıyordu. Rand, sık sık ayrı düşseler de, aralarındaki bağın sürmesini olağanüstü buluyordu. Aslında o bağın daha da güçlü olduğunu hissediyordu. Elayne kraliçe olduktan sonra, karnında büyüyen çocuklarıyla, güçlenmişti.

“İrkildin,” dedi Elayne.

Rand çorbasından başını kaldırdı. Elayne yemeğini bitirmemişti – Rand onu daha fazla konuşturuyordu. Yine de artık yemiyormuş gibiydi ve elinde bir fincan sıcak çay vardı.

“Ne yaptım?” diye sordu Rand.

“İrkildin. Andor için savaşan birliklerden bahsettiğim zaman azıcık irkildin. ”

Fark etmiş olması şaşırtıcı değildi – konuştuğu kişilerin yüzlerindeki küçük ifade değişikliklerine dikkat etmesini ona Elayne öğretmişti.

“Bunca insan benim adıma savaşıyor,” dedi Rand. “Hiç tanımadığın bunca insan benim için ölecek.”

“Bu öteden beri savaşa giren hükümdarların yükü olmuştur.”

“Onları koruyabilmem gerek,” dedi Rand.

“Herkesi koruyabileceğini düşünüyorsan, Rand al’Thor, göründüğünden çok daha akılsızsın.”

Rand onun gözlerinin içine baktı. “Herkesi koruyabileceğime inanmıyorum, ama ölümleri bana ağır geliyor. Artık hatırlayabildiğime göre, daha fazlasını yapmam gerektiğini hissediyorum. O beni yıkmaya çalıştı ve başarısız oldu.”

“O gün, Ejderdağı’nın zirvesinde olan bu muydu?”

Rand kimseye bundan bahsetmemişti. Sandalyesini Elayne’e yaklaştırdı. “Orada, gücüm hakkında çok fazla düşündüğümü fark ettim. Sert olmak istiyordum, çok sert. Sert olmaya çalışırken, insanları önemseme yeteneğimi kaybetmeme ramak kaldı. Bu yanlıştı. Kazanmam için insanları önemsemem lazım. Ne yazık ki bu, öldüklerinde acı çekmem anlamına geliyor.”

“Lews Therin’i artık hatırlayabiliyor musun?” diye fısıldadı Elayne. “Onun bildiği her şeyi? Yalnızca hatırlıyormuş gibi davranmıyorsun yani?”

“Ben oyum. Her zaman oydum. Artık hatırlıyorum.”

Elayne, gözleri irileşerek nefes verdi. “Ne büyük bir avantaj.”

Rand’ın bunu anlattığı onca insan içinde, yalnızca Elayne böyle tepki vermişti. Ne harika bir kadın.

“Elimde bunca bilgi var, ama bana ne yapmam gerektiğini söylemiyor.” Rand ayağa kalktı ve çadırı adımlamaya başladı. “Bunu çözebilmem gerek Elayne. Artık kimsenin benim için ölmesi gerekmemeli. Bu benim savaşım. Neden başka herkes bunca ıstırabı çekmek zorunda olsun?”

“Savaşma hakkımızı inkar mı ediyorsun?” dedi Elayne, sırtını dikleştirerek.

“Hayır, elbette etmiyorum,” dedi Rand. “Sana hiçbir şeyi inkar edemem. Ama keşke… keşke bir şekilde bütün bunların durmasını saglayabilseydim. Benim fedakarlığım yeterli olmalı, değil mi?”

Elayne ayağa kalktı ve Rand’ın kolunu tuttu. Rand ona döndü.

Sonra Elayne onu öptü.

“Seni seviyorum,” dedi Elayne. “Sen gerçekten de bir kralsın. Ama Andor’un iyi halkına kendilerini savunma, Son Savaş’ta direnme hakkını tanımazsan…” Elayne’in gözleri çakmak çakmak oldu, yanakları kızardı. Işık! Söyledikleri onu sahiden çok kızdırmıştı.

Rand onun ne söyleyeceğinden, ne yapacağından asla tam olarak emin olamıyordu ve bu onu heyecanlandırıyordu. Geceçiçeklerini izlemek, göreceklerinin güzel olacağını bilmek, ama o güzelliğin tam olarak hangi biçimi alacağını asla bilememek gibiydi.

“Sana savaşma hakkını reddetmeyeceğimi söyledim,” dedi Rand.

“Bu benden daha fazlası hakkında Rand. Herkes hakkında. Bunu anlayabiliyor musun?”

“Anlayabiliyorum sanırım.”

“Güzel.” Elayne oturup arkasına yaslandı. Çayından bir yudum aldı ve yüzünü buruşturdu.

“Bozulmuş mu?” diye sordu Rand.

“Evet, ama alıştım artık. Yine de, her şey böyle bozulurken, hiçbir şey içmemekten de kötü neredeyse.”

Rand ona yaklaştı ve fincanı onun elinden aldı. Bir an durdu, ama yönlendirmedi. “Sana bir şey getirdim. Söylemeyi unutmuşum.”

“Çay mı?”

“Hayır, yalnızca yanına bir şey.” Fincanı ona geri verdi ve Elayne bir yudum aldı.

Elayne’in gözleri irileşti. “Bu harika. Nasıl yaptın?”

“Ben yapmadım,” dedi Rand, oturarak. “Desen yapıyor.”

“Ama…”

“Ben bir ta’veren’im,” dedi Rand. “Benim çevremde beklenmedik olaylar oluyor. Çok uzun süre, bir denge vardı. Bir kasabada biri beklenmedik bir biçimde merdivenlerin altında büyük bir hazine keşfediyordu. Ziyaret ettiğim bir sonraki kasabada, insanlar paralarının sahte olduğunu, akıllı bir kalpazan tarafından onlara verildiğini fark ediyordu.

“İnsanlar korkunç şekillerde ölüyordu; başkaları mucize eseri ölümden kurtuluyordu. Ölümler ve doğumlar. Evlilikler ve ayrılıklar. Bir seferinde bir kuştüyünün gökyüzünden süzüle süzüle geldiğini, ucunun çamura saplandığını ve o şekilde dik durduğunu görmüştüm. Peşinden düşen on tüy de aynısını yaptı. Tamamen tesadüf eseri. Para attığında yazı ya da tura gelmesi gibi.”

“Bu çayın tatlanması tesadüf değil.”

“Evet, öyle,” dedi Rand. “Ama, anlarsın, bu günlerde bana devamlı paranın aynı yüzü denk geliyor. Kötülüğü bir başkası yapıyor. Karanlık Varlık dünyaya kötülük saçıyor, ölümlere, şerre, deliliğe sebep oluyor. Ama Desen… Desen dengedir. Bu yüzden, benim aracılığımla, insanlara diğer tarafı veriyor. Karanlık Varlık ne kadar çok kötülük yaparsa, benim çevremdeki etki o kadar güçleniyor.”

“Büyüyen çimenler,” dedi Elayne. “Aralanan bulutlar. Bozulmuşken düzelen yiyecekler…”

“Evet.” Eh, zaman zaman kendi yaptığı bazı numaralar da işe yarıyordu, ama Rand onlardan bahsetmedi. Cebinde küçük bir kese arandı.

“Eğer söylediğin doğruysa,” diye yanıt verdi Elayne, “o zaman dünyada asla iyilik olamaz.”

“Elbette olabilir.”

“Desen onu da dengelemez mi?”

Rand duraksadı. Bu mantık, Ejderdağı’na gitmeden önceki düşünce tarzına çok yakındı – hayatta hiçbir seçeneği olmadığını, hayatının onun adına planlandığını düşünüyordu. “Biz önemsediğimiz sürece,” dedi Rand, “iyilik olacaktır. Desen duygulara aldırmaz – iyiliğe ve kötülüğe bile aldırmaz. Karanlık Varlık, onun dışında bir güçtür ve güç kullanarak Desen’i etkiler.”

Ve Rand buna son verecekti. Elinden gelirse.

“İşte,” dedi Rand. “Bahsettiğim armağan bu.” Keseyi Elayne’e uzattı.

Elayne merakla Rand’a baktı. İpleri çözdü ve kesenin içinden küçük bir kadın biblosu çıkardı. Biblodaki kadın dimdik duruyordu ve omuzlarında bir şal vardı, ama Aes Sedai’ye benzemiyordu. Olgun bir yüzü vardı, yaşlı ve bilge. Genel hal ve tavrında da bilgelik vardı ve gülümsüyordu.

“Bu bir angreal mi?” diye sordu Elayne.

“Hayır, bu bir Tohum.”

“Bir… tohum mu?”

“Sen ter’angreal yapma Yetisine sahipsin,” dedi Rand. “Angreal yapmak için farklı bir süreç gerekiyor. Bunlardan biriyle başlıyorsun. Bu nesne Gücünü çekiyor ve o Gücü bir başka şeye aşılıyor. Bu işlem zaman alıyor ve sebep olduğu zayıflık aylar sürüyor, bu yüzden savaş bitene kadar denememelisin. Ama onu bir yerde unutulmuş halde bulduğumda, aklıma sen geldin. Sana ne verebileceğimi merak ediyordum.”