Mishraile ve pek çok başkası Taim’e katıldı. Androl’ün göremediği bir yerde duruyorlardı.
Taim uzun adımlarla kapıya yürüdü. “Geri döndüğümde o kadını Döndürülmüş bulmak istiyorum,” dedi.
Lan kayalık zeminde dörtnala ilerliyordu. Geçit’e yüzüncü defa gidiyormuş gibi hissediyordu. Halbuki orada savaşmaya başlayalı bir haftadan az zaman geçmişti.
Prens Kaisel ve Kral Easar, atlarını dörtnala sürerek yanına yaklaştılar. “Ne oldu Dai Shan?” diye bağırdı Kaisel. “Bir saldırı daha mı? Acil durum sinyalini görmedim?”
Lan alacakaranlıkta haşin bir ifadeyle eğildi. Yüzlerce Malkierliyi peşine katmış saldırırken, yakılan leşlerin ve odunların ateşi iki yanında yanıyordu. Leşleri yakmak zordu, ama ışığa ihtiyacı vardı ve Trollocların beslenmesini engellemek istiyordu.
Lan ileriden bir haber almıştı; onu dehşete düşüren bir şey. Öteden beri korktuğu bir şey.
Patlamalar.
Uzak patlamalar, çarpışan kayaların sesi gibiydi. Her biri havayı sarsıyordu.
“Işık!” Kandor Kraliçesi Ethenielle de, beyaz iğdiş atının üzerinde dörtnala, onlara katıldı. Lan’e bağırdı. “Bu zannetiğim şey mi?”
Lan başını salladı. Düşman yönlendiriciler.
Ethenielle maiyetine, Lan’in çıkaramadığı bir şeyler bağırdı. Ethenielle tombul bir kadındı, bir Sınırboylu için fazla anaç görünüyordu. Maiyetinde Lord Baldhere –Ethenielle’in Kılıçtaşıyanı– ve yeni kocası, kır saçlı Kalyan Ramsin vardı.
Savaşçıların canavarları kontrol altında tutmaya çabaladıkları Geçit’e yaklaştılar. Aniden ön saflardaki şenlik ateşlerinin yakınında, bir grup Kandorlu süvari havaya fırladı.
“Lord Mandragoran!” Siyah ceketli biri onlara el salladı. Narishma koşaradım yaklaştı. Aes Sedai’si de onunla geldi. Lan her zaman ön saflarda bir yönlendirici bulunduruyordu, ama onlara savaşmamalarını emretmişti. Onların acil durumlar için dinlenmiş olmasını istiyordu.
Şimdiki gibi acil durumlarda.
“Yönlendiriyorlar mı?” diye sordu Lan, Mandarb’ı yavaşlatarak.
“Dehşetlordları, Dai Shan,” dedi Narishma, nefes nefese. “İki düzine kadar olabilir.”
“Yirmiden fazla yönlendiricileri var,” dedi Agelmar. “Bahar kuzusunu biçen kılıç gibi biçecekler bizi.”
Lan, eskiden anayurdu olan acı manzaraya baktı. Hiç tanımadığı bir anayurt.
Malkier’i terk etmek zorunda kalacaktı. Bunu itiraf etmek, içinde bir bıçak döndürülüyormuş gibi hissetmesine sebep oluyordu, ama yapacaktı. “İstediğin geri çekilmenin zamanı geldi Lord Agelmar,” dedi Lan. “Narishma, senin yönlendiricilerin bir şey yapabilir mi?”
“Yeterince yaklaşabilirsek örgülerini havada kesmeyi deneyebiliriz,” dedi Narishma. “Ama onlar yalnızca Ateş ve Toprak iplikleri kullanırken bu zor olur, neredeyse imkansız. Dahası, onların tarafında bu kadar çok yönlendirici varken… eh, bizi hedef alırlar. Korkarım bizi yok ederler…”
Yakın bir patlama yeri sarstı. Mandarb şahlandı ve Lan düşmekten kılpayı kurtuldu. Lan, ateş çakmalarından neredeyse kör olmuş olan atını kontrol altına almaya çalıştı.
“Dai Shan!” dedi Narishma’nın sesi.
Lan yaşaran gözlerini kırpıştırdı.
“Kraliçe Elayne’e git!” diye bağırdı Lan. “Geri çekilirken bizi koruyacak yönlendiriciler getir. Onlar olmazsa bizi lime lime ederler. Gitsene adam!”
Agelmar adamlarına geri çekilmelerini bağırıyor, okçuları öne alarak yönlendiricileri hedef almalarını ve geri çekilecek güçlere koruma sağlamalarını emrediyordu. Lan kılıcını çekti ve süvarileri geri getirmek için dörtnala öne atıldı.
Işık bizi korusun, diye düşündü Lan, boğazını paralarcasına bağırarak, süvarisinden kalanları kurtarmaya çalışırken. Geçit’i kaybetmişlerdi.
Elayne, Braem Ormanı’nın hemen içinde, endişeyle bekliyordu.
Braem Ormanı eski bir ormandı; kendine has bir ruhu varmış gibi görünen ormanlardan. Kadim ağaçlar o ruhun, rüzgarı hissetmek için topraktan fırlamış boğum boğum parmaklarıydı.
Braem gibi bir ormanda minicik hissetmemek zordu. Ağaçların çoğu çıplak olsa da, Elayne bin gözün ormanın derinliklerinden onu izlediğini hissedebiliyordu. Kendini, çocukken dinlediği hikâyeleri düşünürken yakaladı. Orman’ın haydutlarla dolu olduğuna dair hikâyeler – bazıları iyi kalpli, diğerleri Karanlıkdostları kadar kötü yürekli haydutlar.
Aslında… diye düşündü Elayne, o hikâyelerden birini hatırlayarak. Birgitte’e döndü. “Bir seferinde bu ormanda bir haydut çetesine önderlik etmedin mi?”
Birgitte yüzünü buruşturdu. “O hikâyeyi duymadığını umuyordum.”
“Aldeshar Kraliçesi’ni soydun!” dedi Elayne.
“Ama çok nazik davrandım,” dedi Birgitte. “İyi bir kraliçe değildi. Çoğu kişi onun tahta oturmaya hakkı olmadığını söylüyordu.”
“Ama işin özüne bakmak lazım!”
“Tam olarak bunun için yaptım.” Birgitte kaşlarını çattı. “En azından… öyle olduğunu sanıyorum. .’’
Elayne daha fazla ısrar etmedi. Birgitte, geçmişine dair anıların solduğunu hatırladığında her zaman endişeye kapılırdı. Zaman zaman geçmiş yaşamlarını hiç hatırlamıyordu. Başka zamanlarda, aniden belli olayları büsbütün hatırlıyor, ama bir sonraki an yine unutuyordu.
Elayne gerideki güçleri yönetiyordu. Teorik olarak, düşmana en çok zarar verecek olanlar bu güçlerdi.
Nefes nefese kalmış bir haberci, yaprakları çıtırdatarak Yolculuk alanından geldi. “Caemlyn’den geliyorum Majesteleri,” dedi kadın, atının üzerinde eğilerek. “Lord Aybara Trolloclara başarılı bir saldırı düzenledi. Şimdi yoldalar.”
“Işık, yemi yuttular,” dedi Elayne. “Şimdi hazırlıklarımızı yapalım. Sen git, biraz dinlen. Yakında tüm gücüne ihtiyacın olacak.”
Haberci başını salladı ve dörtnala uzaklaştı. Elayne son haberleri Talmanes’e, Aiellere ve Tam al’Thor’a iletti.
Elayne ormanda bir şey işiterek elini kaldırdı ve rapor veren Asker kadını susturdu. Aygölgesi sinirli sinirli adım attı ve Elayne’in çevresinde, çalıların arasında çömelmiş olan adamları geçti. Kimse konuşmadı. Askerler nefes bile almıyor gibiydi.
Elayne, Kaynak’a kucak açtı. Güç içini doldurdu ve Güç’ün tatlı hissiyle birlikte, dünyası genişledi. Ölmeye yüz tutmuş orman, saidara kucak açmışken daha renkli geliyordu. Evet. Yakında, tepelere tırmanan bir şey vardı. Askerleri, binlercesi, bitkin düşmüş atlarını kırbaçlayarak, hızla Orman’a yaklaşıyordu. Elayne dürbününü gözüne götürdü ve askerlerin arkasındaki Trolloc sürüsünün, gölgeli bir dünyaya akan siyah dalgalar gibi onları kovaladığını gördü.
“Sonunda!” diye bağırdı Elayne. “Okçular, ön saflara!”
İki Nehirliler koşarak ormandan çıktı ve ağaçların sınırının hemen içinde dizildiler. Elayne’in ordusundaki en küçük birliklerden biriydi, ama becerilerine dair anlatılanlar abartı değilse, üç kat daha büyük, sıradan bir okçu birliği kadar işe yarayacaklardı.
Gençlerden birkaçı kirişlere ok takmaya başladılar.
“Bekleyin!” diye bağırdı Elayne. “Üzerimize gelen bizim adamlarımız.”
Tam ve önderleri emri tekrarladı. Adamlar endişe içinde yaylarını indirdiler.
“Majesteleri,” dedi Tam, Elayne’in atma yaklaşarak. “Delikanlılar bu mesafeden onları vurabilir.”
“Yine de askerlerimiz fazla yakın,” dedi Elayne. “Yanlara çekilmelerini beklememiz gerek.”