Mat, Rahad’a gitmedi. Mekân artık farklı görünüyordu. Mahallenin dışında askerler kamp kurmuştu. Ebou Dar’da nesillerce hükümdar Rahad’ın kontrolsüzce irinlenmesine izin vermişti, ama Seanchanlar bunu yapmaya razı değillerdi.
Mat onlara şans diledi. Rahad şimdiye dek bütün istilaları püskürtmüştü. Rand gidip Son Savaş’ta savaşmak yerine orada saklanmalıydı. Trolloclar ve Karanlıkdostları onu yakalamak için gelirdi ve Rahad ceplerini tersyüz eder, ayakkabılarını çorba parası için satar, onları bir ara geçitte baygın bırakırdı. Mat’in gözlerinin önüne tıraş olan Rand’ın imgesi geldi, ama imgeyi bastırdı.
Kanalı aşan bir köprüde kalabalıkları omuzlayıp geçti. Heybelerine dikkat ediyordu, ama şimdiye kadar tek bir yankesici bile şansını denememişti. Her köşede bir Seanchan devriye kolu varken bunu anlayabiliyordu. Birkaç kuruşa söylentileri de aktaracağını ima ederek günün haberlerini haykıran bir adamın yanından geçerken gülümsedi. Bu şehrin ne kadar tanıdık geldiğine, burada ne kadar rahat hissettiğine şaşırmıştı. Burada olmaktan mutluluk duyuyordu. Buradan gitmeye can attığı hakkında homurdandığını belli belirsiz hatırlasa da –muhtemelen duvar üzerine yıkıldıktan hemen sonraydı; Matrim Cauthon çok şikayet eden biri değildi– Ebou Dar’da geçirdiği günlerin hayatının en güzel günleri olduğunu şimdi anlıyordu. Bu şehirde kart oyunları da zar oyunları da boldu.
Tylin. Kanlı küller, onunla oynadığı eğlenceli bir oyundu. Kadın çoğu zaman yenmişti onu. Işık ona bunu yapabilen pek çok kadın göndersindi, ama peş peşe değil ve yalnızca arka kapının yerini bildiği yerlerde. Tuon onlardan biriydi. Bir düşününce, muhtemelen bir daha asla başka kadına ihtiyaç duymazdı. Tuon herhangi bir erkeğe yeterdi de artardı bile. Mat, Zar’ın boynunu okşayarak gülümsedi. At da karşılık olarak Mat’in ensesine hıhladı.
Tuhaf bir şekilde, burada İki Nehir’dekinden daha fazla rahat ediyordu. Evet, Ebou Darlılar alıngan insanlardı, ama her halkın kendine has tuhaflıkları vardı. Aslında bir düşününce, o ya da bu sebepten dolayı alınganlaşmayan halk görmemişti. Sınırboylular hayret vericiydi. Aieller de öyle – söylemeye bile gerek yoktu. Cairhienliler ve tuhaf oyunları; Tearlılar ve saçma hiyerarşileri; Seanchanlar ve… Seanchanlıkları.
İşin doğrusu buydu. İki Nehirliler ve bir ölçüye kadar Andorlular dışında herkes deliydi. İnsanın buna hazırlıklı olması gerekirdi.
Karnında bir bıçak bulmamak için nezaketinden ödün vermemeye özen göstererek dikkatle yürüdü. Havada yüz ayrı tatlının kokusu vardı. Kalabalıkların gevezeliği kulaklarında ugulduyordu. Ebou Darlılar hâlâ rengarenk kıyafetler giyiyorlardı –belki Tenekeciler bu yüzden buraya gelmişlerdi, yemek kokusunun askerleri cezbetmesi gibi, parlak renkler de onları cezbetmişti– her neyse, Ebou Darlı kadınlar dekoltelerini açıkta bırakan dantelli dar bluzlar giyiyordu. Mat dekoltelerine baktığından değil. Eteklerinin altına renkli iç etekleri giyiyorlardı ve onları teşhir etmek için eteklerinin kenarını ya da ön kısmını kaldırıp yukarı iğneliyorlardı. Bu Mat’e hiç mantıklı gelmiyordu. Neden renkli kısımları içe giyiyorlardı ki? Ve illa giyeceklerse, neden onları örtmeye zahmet edip, sonra da eteklerini iğneleyerek teşhir ediyorlardı?
Adamların uzun yelekleri de aynı ölçüde renkliydi; belki de bıçaklandıklarında kan lekelerini saklamak için. Sırf giyen adam havanın nasıl olduğunu sorarken öldürüldü diye, pekala güzel bir yeleği atmanın alemi yoktu. Gerçi… Mat yürürken, beklediğinden çok daha az düelloya rast geldi. Şehrin bu kesiminde Rahad’daki kadar olağan değillerdi, ama bazı günlerde bıçaklarını çekmiş iki adama rastlamadan iki adım atamadığı olmuştu. Bugün tek bir çift bile yoktu.
Ebou Darlıların bazıları –zeytin renkli tenlerine bakarak seçebiliyordu onları– Seanchan giysileri içinde dolaşıyordu. Herkes çok nazikti. Mutfakta taze pişmiş elmalı turtanız olduğunu öğrenmiş altı yaşındaki oğlan çocuğu kadar nazik.
Şehir aynıydı, ama farklıydı. Rengi bir iki ton açılmış gibi. Ve sırf limanda artık Deniz Halkı gemileri olmadığı için değil. Sebebin Seanchanlar olduğu açıktı. Mat ayrıldığından beri şehri onlar yönetiyordu. Ne tür kurallarla?
Mat, Zar’ı düzgün görünen bir ahıra götürdü. Tek bir bakış bunu anlamasına yetmişti. Hayvanlara iyi bakıyorlardı ve hepsi iyi atlardı. Biraz daha pahalı olsa da, iyi atları olan bir ahıra güvenmek en iyisiydi.
Zar’ı bıraktı, bohçasını aldı ve beze sarılı ashandareiyi yürüyüş asası olarak kullandı. Doğru meyhaneyi seçmek, iyi bir şarap seçmek kadar zordu. Eski, ama bozulmamış bir tane isterdiniz. Temiz, ama fazla temiz de değil – lekesiz bir meyhane, hiç kullanılmamış bir meyhaneydi. Mat insanların sessizce oturup çay içtiği ve oraya sırf görülmek için geldiği türden yerlere tahammül edemiyordu.
Hayır, iyi bir meyhane, tıpkı iyi çizmeler gibi, kullanılmış ve yıpranmış bir yerdi. Aynı zamanda, yine iyi çizmeler gibi sağlam olmalıydı. Birası iyi çizmeler gibi kokmadığı sürece güzel bir meyhane olurdu orası. Bilgi alınacak en iyi yerler Rahad’daydı, ama giysileri Rahad ziyareti için fazla iyiydi ve Seanchanlar orada her ne yapıyorsa, ona rastlamak istemiyordu.
Kış Çiçeği adlı bir hana başını uzattı ve hemen dönüp uzaklaştı. Üniformalı Ölümnöbetçileri. Furyk Karede’e rastlama riskine girmek istemiyordu. Bir sonraki han fazla aydınlık, bir sonraki de fazla karanlıktı. Bir saat kadar aradıktan sonra –hâlâ tek bir düelloya rastlamamıştı– doğru yeri bulmaktan umudunu kesmeye başladı. Derken bir fincanda çalkalanan zarların sesini duydu.
Başta, kafasının içindeki o kahrolası zarlar olduğunu sanarak yerinde sıçradı. Neyse ki bunlar sıradan zarlardı. Kutsanası, harika zarlar. Bir sonraki anda sesler kaybolmuş, sokaklardaki insan kalabalıklarının arasında esen rüzgara kapılıp gitmişti. Eli para kesesinde, bohçası omzunda, özürler dileyerek kalabalığı itip geçti. Yakın bir ara geçitte, duvardan sarkan bir tabela gördü.
Tabelaya yaklaştı ve bakır harflerle yazılmış ‘Senelik Şamata’ sözcüklerini okudu. Tabelada alkış tutan insan resimleri vardı ve zar seslerine şarap ve bira kokuları karışmıştı. Mat içeri girdi. Kapının hemen içinde, yuvarlak yüzlü bir Seanchan sırtını duvara vermiş kayıtsızca dikiliyordu. Adamın kemerinden bir kılıç sarkıyordu. Mat’e güvensiz bir bakış fırlattı. Eh, Mat içeri giren her adama böyle bakmayan bir omuzatan görmemişti. Mat adama selam vermek için şapkasına uzandı, ama elbette şapkasını takmamıştı. Kanlı küller. Bazen şapkası olmadan çıplak hissediyordu.
“Jame!” diye seslendi bir kadın servis tezgahının yanından. “Yine müşterilere dik dik bakmıyorsun, değil mi?”
“Yalnızca hak edenlere Kathana,” diye seslendi adam, peltek Seanchan aksanıyla. “Bu adamın hak ettiğinden eminim.”
“Ben yalnızca mütevazı bir yolcuyum,” dedi Mat, “bir zar oyunu ve biraz şarap arıyorum. Başka bir şey değil. Hele sorun hiç aramıyorum.”
“Taşıdığın ne peki, baltalı kargı mı?” diye sordu Jame. “Bu şekilde sarmışsın?”
“Ah, kes şunu,” dedi Kathana. Salonu aştı ve Mat’i ceketinin kolundan tutarak servis tezgahına doğru sürükledi. Kısa boylu, siyah saçlı ve beyaz tenli bir kadındı. Mat’ten çok büyük değildi, ama tanınmaması imkansız anaç bir havası vardı. “Sen ona aldırma. Başını belaya sokma yeter. O zaman seni bıçaklaması, öldürmesi falan gerekmez.”
Mat’i bir taburenin üzerine oturttu ve tezgahın arkasında bir şeylerle meşgul olmaya koyuldu. Salon loştu, ama dost canlısı bir şekilde. Bir yanda insanlar zar atıyordu; iyi türden zar atma. İnsanların güldüğü ve kaybettikleri zaman iyi huylulukla arkadaşlarının sırtına şaplak attıkları türden bir zar oyunu. Son paralarını kumara yatırmış adamların ürkek gözleri yoktu.