Bir iç bulantısıyla bu dünyaya nasıl geldiğini düşündü. Yepyeni, taptaze bir biçimde yeniden doğmak iyiydi. Ama anılarının –benlik duygusunun– koparılıp alınması? Düşler Dünyası’nda geçirdiği zamana dair anılarını kaybederse Gaidal’ı tamamen unutur muydu? Kendini unutur muydu?
Dişlerini sıktı. Bu Son Savaş, aptal kadın, diye düşündü. Bu kimin umurunda?
Ama onun umurundaydı. Bir soru aklından çıkmaz olmuştu. Ya Düşler Dünyası’ndan dışarı atılırken Boru ile bağlantısı kesildiyse? Bunun mümkün olup olmadığını bilmiyordu. Artık bunu bilecek kadar hatırlamıyordu.
Ama eğer Boruyla bağlantısı kesildiyse, Gaidal’ı sonsuza dek kaybetmiş demekti.
Dışarıda yapraklar çıtırdadı, ince dallar kırıldı. Patırtı o kadar yüksekti ki, mağaranın önünden bin asker geçtiğine yemin edebilirdi – ama Trolloc yumruğunda elli yaratık olduğunu biliyordu. Yine de elli Trolloc onun askerlerinden daha fazlaydı. Birgitte endişe etmiyordu. Elayne’e savaşmak hakkında çok şey bilmediğinden yakındığı halde, iyi eğitimli yoldaşlarla birlikte ormanda saklanmak… daha önce yaptığı bir şeydi. Düzinelerce defa. Belki yüzlerce defa, ama anıları o kadar bulanıklaşmıştı ki kesin olarak bilemiyordu.
Trolloclar geçip gitmek üzereyken, o ve Aieller mağaradan dışarı fırladılar. Yaratıklar, daha önce iki Aiel adamın bıraktığı sahte izi takip etmeye koyulmuştu. Birgitte onlara arkadan saldırdı ve kalanlar tepki veremeden birkaç Trollocu indirdi.
Trolloclar kolay kolay ölmezdi. Yavaşlamadan önce iki-üç ok alabilirlerdi. Eh, bu yalnızca gözleri ya da gırtlağı ıskalarsanız gerçekleşirdi. Ve Birgitte asla ıskalamazdı. Yayının karşısında canavarlar teker teker düştü. Trolloclar eğimli mağara zemininden inmeye başlamıştı ve bu da onun ve Aiellerin öldürdüğü her Trolloc’un, diğerlerinin onlara ulaşmak için üzerinden aşması gereken bir ceset daha demek olduğu anlamına geliyordu.
Birkaç saniye içinde elli Trolloc otuz oldu. Ormanda olmalarına rağmen onları hedeflemek kolaydı – ama önce bacaklarını ya da enselerini hedef almak, onlar devrildiğinde de mızraklarla işlerini bitirmek gerekiyordu.
Aiellerin on tanesi Trollocların işini bitiriyor, öldüklerinden emin olmak için mızraklarını leşlere saplıyorlardı. Diğerleri oklarını topluyordu. Birgitte, Aiellerin ikisine, Nichil’le Ludin’e işaret etti ve çevreyi araştırmak üzere ona katıldılar.
Attığı adımlar aşinaydı; bu orman tanıdık geliyordu. Sırf artık hatırlayamadığı geçmiş hayatlar yüzünden değil. Düşler Dünyası’nda yaşadığı yüzyıllar içinde, o ve Gaidal bu ormanlarda seneler harcamışlardı. Birgitte yanağını okşayan elini hatırladı. Boynunu…
Bunu kaybedemem, diye düşündü paniğini bastırmaya çalışarak. Işık, yapamam. Lütfen. Ona neler olduğunu bilmiyordu. Bir şeyler hatırlıyordu, bir konuda tartışma… ne hakkında? Unutmuştu. İnsanların Boru’yla bağlantısı kesilmezdi, değil mi? Şahinkanadı biliyor olabilirdi. Ona sorması gerekirdi. Daha önce sormadıysa.
Yak beni!
Ormanda hareket sezince yerinde kalakaldı. Bir kayanın yanında eğildi ve yayını önünde kaldırdı. Yakındaki çalılar çıtırdadı. Nichil ve Ludin ilk seste ortadan kaybolmuştu. Işık, bu işte çok başarılıydılar. Onların yakında saklandığını görmesi biraz zaman aldı.
Bir parmağını kaldırdı, kendini gösterdi, sonra parmağını önüne uzattı. O keşif yapacaktı; onlar da onu koruyacaktı.
Birgitte sessizce hareket etti. Bu Aiellere fark edilmeden hareket etmeyi bilen bir onlar olmadığını gösterecekti. Dahası, bu onun ormanıydı. Bir avuç çöl insanı ona gösteriş yapamayacaktı.
Kurumuş dikenli çalılardan kaçınarak sessizce hareket etti. Son zamanlarda daha fazla dikenli çalı mı görüyordu? Tamamen ölüp gitmemiş tek bitki türü onlar gibiydi. Yer, hiçbir ormanın kokmaması gerektiği kadar bayat kokuyordu, ama ölüm ve çürük kokusu o kokuyu bastırıyordu. Bir grup ölü Trolloc’un yanından geçti Üstlerindeki kan kurumuştu. Öleli günler olmuş olmalıydı.
Elayne güçlerinin ölüleri geri getirmesini emretmişti. Binlerce Trolloc bu ormanda böcek sürüleri gibi dolanıyordu. Elayne onların yalnızca kendi ölülerini bulmasını istiyordu. Bunun onlara korkmak için bir sebep vereceğini umuyordu.
Birgitte seslere doğru yürüdü. Loş ışıkta iri gölgelerin yaklaştığını gördü. Havayı koklayan Trolloclar.
Yaratıklar ormanda ilerlemeye devam ettiler. Yollardan kaçınmak zorunda kalıyorlardı; Ejderler ile kurulmuş pusular ölümcüldü. Elayne’in planı, Birgitte’inkine benzer ekiplerin Trollocları yıpratmasını, onları grup grup ormana çekip sayıca azaltmayı öngörüyordu.
Ne yazık ki bu grup, ekibinin yok edemeyeceği kadar büyüktü. Birgitte geri çekildi, Aiellere takip etmelerini işaret etti ve sessizce kampa doğru süzüldü.
O gece, Lan’in ordusunun yanındaki başarısızlığın akabinde, Rand düşlerine kaçtı.
Huzur vadisini aradı. Çiçek açmış yaban kirazlarının ortasında belirdi. Çiçeklerin kokusu her yere yayılmıştı. O güzelim pembe çanaklı beyaz çiçeklerle, ağaçlar alev almış gibi görünüyordu.
Rand’ın üzerinde sade İki Nehirli giysileri vardı. Parlak renkli, yumuşak dokulu kral giysileri giyerek geçirdiği aylardan sonra, bol yün pantolon ve keten çok rahat gelmişti. Büyürken giydiği türden sağlam çizmeler giydi. Ne kadar iyi yapılmış olursa olsun, hiçbir çizmenin olmadığı kadar iyi oluyordu ayaklarına.
Artık eski çizme giymesine izin verilmiyordu. Çizmeleri biraz yıprandığı anda, hizmetkarlardan biri onları ortadan yok ediyordu.
Rand düş tepelerde ayağa kalktı ve kendine bir yürüyüş asası yaptı. Sonra dağlara doğru yürümeye başladı. Burası gerçek bir yer değildi, artık değil. Onu anılarından ve arzularından yapmıştı. Bir şekilde tanıdık olanla keşif hissini birleştirmişti. Havada taze bir koku vardı. Altüst edilmiş yapraklar ve özsuyu kokusu. Çalılarda hayvanlar geziniyordu. Uzak bir yerlerde bir şahin çığlık attı.
Lews Therin buna benzer düşkırıntıları yaratmayı biliyordu. Bir Düş– gören olmasa da, o çağın çoğu Aes Sedaisi öyle ya da böyle Tel’aran’rhiod’u kullanıyordu. Öğrendikleri bir şey, bir düşü kendilerine göre kesmek, kendi zihinlerinde bir sığınak, sıradan düşlerden daha kontrollü bir yer yaratmaktı. Böyle bir yere gelerek tefekküre dalıyorlar ve bir şekilde, bedene uyku kadar gerçek bir dinlenme sağlıyorlardı.
Lews Therin bunları ve daha fazlasını biliyordu. Düş kırıntısına giren birinin zihnine ulaşmayı. Bir başkasının kendi düşlerini işgal edip etmediğini sezmeyi. Düşlerini başkalarına göstermeyi. Bir gezginin çantasında her işe yarar şeyi bulundurmak istemesi gibi, Lews Therin de bir şeyler bilmeyi seviyordu.
Lews Therin bu araçları nadiren kullanmıştı. Onları zihninin bir köşesindeki rafta tozlanmaya bırakmıştı. Her gece böyle huzurlu bir vadide dolanmak için biraz zaman ayırsa her şey daha farklı olur muydu? Rand bilmiyordu. Ve doğrusunu söylemek gerekirse bu vadi de artık güvenli değildi. Solundaki derin bir mağaranın önünden geçti. Onu oraya o koymamıştı. Moridin’in onu çekmek için bir başka teşebbüsü olabilir miydi? Rand mağaraya bakmadan geçti.
Orman biraz önce olduğu kadar canlı değildi. Rand iradesini çevresine dayatmaya çalışarak yürümeye devam etti. Ama bunda yeterince deneyimli değildi – o yürürken orman grileşti ve soldu.
Mağara yine belirdi. Rand mağaranın ağzında durdu. Mantar kokan soğuk, rutubetli bir rüzgar esti ve tenini ürpertti. Rand asasını kenara fırlattı ve mağaraya girdi. Karanlığa girerken beyaz-mavi bir ışık küresi ördü ve başının yanına astı. Parıltı ıslak taşlardan yansıdı, pürüzsüz girinti çıkıntıları aydınlattı.