Выбрать главу

Nynaeve ellerini havaya fırlattı. “Işık! Senin yüzünden sonun gelmesine bir yürek atımı kadar zaman kalmıştı. Her şeyin sonu. Desen’in, dünyanın, her şeyin! Senin dikkatsizliğin yüzünden milyonlarca can sönüp gidecekti.”

“Ben…” Leilwin’in başarısızlıkları aniden devasa görünmeye başlamıştı. Hayatı… kaybolmuştu. Hatta adını kaybetmişti. Gemisi, bizzat Dokuz Ayın Kızı tarafından elinden alınmıştı. Bunun ışığında hiçbirinin önemi yoktu.

“Savaştım,” dedi Bayle daha kararlı bir sesle. “Tüm gücümle savaştım.”

“Öyle görünüyor ki benim de sana katılmam gerekirdi,” dedi Leilwin.

“Bunu açıklamaya çalıştım,” dedi Bayle sertçe. “Defalarca açıklamaya çalıştım, kavrulayım, ama denedim.”

“Hah,” dedi Nynaeve, elini alnına kaldırarak. “Burada ne işin var Egeanin? Öldüğünü umuyordum. Yemin ettiğin şeyi yapmaya çalışırken ölseydin seni suçlamazdım.”

Onu kendi ellerimle Suroth’a teslim ettim, diye düşündü Leilwin. Canım karşılığında ödediğim bir bedel, tek çıkış yolu.

“Ee?” Nynaeve dik dik baktı ona. “Söyle Egeanin.”

“Artık o adı taşımıyorum.” Leilwin dizleri üzerine çöktü. “Her şeyim elimden alındı, ki görünüşe göre buna şerefim de dahil. Bedel olarak sana kendimi veriyorum.”

Nynaeve hıhladı. “Siz Seanchanların aksine biz insanları hayvanmış gibi tutsak etmeyiz.”

Leilwin yerden kalkmadı. Bayle elini onun omzuna koydu, ama onu ayağa kaldırmaya çalışmadı. Leilwin’in bunu neden yapması gerektiğini anlıyordu artık. Adam hemen hemen uygarlaşmıştı.

“Ayağa kalk,” diye terslendi Nynaeve. “Işık, Egeanin. Eskiden öyle güçlüydün ki, taşlan çiğneyip kum tükürebilirdin.”

“Beni güden de gücüm zaten,” dedi Leilwin, gözlerini yere indirerek. Nynaeve bunun ne kadar zor olduğunu anlamıyor muydu? Kendi boğazını kesmek daha kolay olurdu, ama bu denli kolay bir son talep edecek kadar şerefi kalmamıştı.

“Ayağa kalk!”

Leilwin denileni yaptı.

Nynaeve pelerinini yatağın üzerinden kaptı ve üzerine aldı. “Gel. Seni Amyrlin’e götürelim. Belki o seninle ne yapacağını bilir.”

Nynaeve gecenin içine fırladı ve Leilwin de takip etti. Kararını vermişti. Mantıklı gelen tek bir yol kalmıştı, bir kırıntı da olsa şerefini koruyabileceği tek bir yol. Belki bunca uzun zamandır onlara söylenen yalanlardan sonra halkının yok olmasını engellemenin tek bir yolu.

Leilwin Gemisiz artık Beyaz Kule’ye aitti. Onlar ne derse desin, ona ne yapmaya çalışırlasa çalışsınlar, bu gerçek değişmeyecekti. Leilwin’in sahibiydiler. Bu Amyrlin’e da’covale olacaktı ve yelkeni rüzgarda parçalanmış bir gemi gibi bu fırtınada yol alacaktı.

Belki kalan o şeref kırıntısıyla bu kadının güvenini kazanabilirdi.

“Acıya karşı eski bir Sınırboylu çaresinin parçası,” dedi Melten, Talmanes’in böğründeki sargıyı kaldırarak. “İrinyaprağı lanetli metalin bıraktığı lekeyi yavaşlatır.”

Melten ince yapılı, saçları düz kesilmiş bir adamdı. Andorlu bir oduncu gibi, basit bir gömlek ve pelerin giyinişti, ama Sınırboylu aksanıyla konuşuyordu. Kesesinde, zaman zaman Birlik’in diğer üyeleri için jonglörlük yapmakta kullandığı bir dizi renkli top vardı. Başka bir yaşamda, âşık olabilirdi.

Birlik’e katılmış olması tuhaftı, ama öyle ya da böyle, Birlik’in tüm üyeleri sıradışıydı.

“Zehri nasıl dindirdiğini bilmiyorum,” dedi Melten. “Ama dindiriyor. Bu doğal bir zehir değil ama. Emip çıkaramıyorsun.”

Talmanes elini böğrüne bastırdı. Derisinin altında dikenli sarmaşıklar dolaşıyormuş, sürünerek yayılıyor, her hareketinde etini kıyıyormuş gibi yanıyordu. Zehrin vücudunda dolaştığını hissedebiliyordu. Işık, canı çok yanıyordu.

Yakında, Birlik’in adamları Caemlyn’de savaşa savaşa Saray’a doğru ilerliyordu. Güney kapısından girmişlerdi ve paralı asker birliklerini –Sandip’in komutası altında– batı kapısını tutmak üzere geride bırakmışlardı.

Şehrin herhangi bir yerinde insan direnişi kaldıysa, o da Saray’da olmalıydı. Ne yazık ki, Talmanes’in bulunduğu yerle Saray arasındaki bölgede Trolloc yumrukları dolaşıyordu. İkide bir canavarlarla karşılaşıyorlar ve savaşa girmek zorunda kalıyorlardı.

Talmanes Saray’a ulaşmadan orada direniş olup olmadığını öğrenemeyecekti. Bu, adamlarını savaşa savaşa oraya götürmek ve o Trolloc yumrukları arkalarına dolanırsa gerideki güçlerinden yalıtılmak anlamına geliyordu. Ama yapacak bir şey yoktu. Saray savunmasından geriye ne kaldığını –eğer bir şey kalmışsa– öğrenmesi gerekiyordu. Oradan şehrin içine saldırabilir, ejderleri ele geçirmeye çalışabilirdi.

Hava kan ve duman kokuyordu. Savaşa verdikleri kısa bir mola sırasında, geçmek için yer açılsın diye ölü Trollocları caddenin sağ tarafına yığdılar.

Şehrin bu kısmında da mülteciler vardı, ama o kadar kalabalık değildiler. Selden çok dere denebilirdi onlara, Talmanes ve Birlik Saray’a giden caddeyi adım adım ele geçirirken karanlıktan dışarı sızıyorlardı. Bu mülteciler Birlik’in mallarını korumasını ya da evlerini kurtarmalarını talep etmiyordu. İnsan direnişi görünce sevinçten ağlıyorlardı. Birlik’in açtığı güvenlik koridorunu kullanarak onları özgürlüğe götürmek Madwin’in sorumluluğundaydı.

Talmanes, gecenin içinde zar zor görülebilen Saray’a doğru harekete geçti. Şehrin büyük kısmı yanıyordu, ama Saray tutuşmamıştı. Dumanlı gecede beyaz duvarları hayalet gibi yükseliyordu. Ateş yoktu. Bu, direniş olduğunu gösteriyor olmalıydı, değil mi? Trolloclar şehirde ilk oraya saldırmazlar mıydı?

Talmanes adamlarına –ve kendine– bir mola verirken izcileri önden yukarıya yollamıştı.

Melten, Talmanes’in merhemini sarmayı bitirdi.

“Teşekkür ederim Melten,” dedi Talmanes, adama başını sallayarak. “Merhemin işe yaradığını şimdiden hissedebiliyorum. Bunun acıyı tedavi etmenin bir parçası olduğunu söyledin. Diğer parçası nedir?”

Melten kemerinden metal bir matara çekti ve uzattı. “Sapasağlam bir Shienar brendisi.”

“Savaş sırasında içmek iyi bir fikir değil adam.”

“Alın,” dedi Melten usulca. “Matarayı alın ve bol bol için Lordum. Yoksa bir sonraki çanda ayakta olmazsınız.”

Talmanes duraksadı, sonra matarayı kaptı ve büyük bir yudum aldı. İçki de yara gibi yakıyordu. Öksürdü, sonra matarayı kaldırdı. “Bence şişelerini karıştırmışsın Melten. Bu tabaklama fıçısından alınmış bir şey.”

Melten hıhladı. “Bir de sizin espriden anlamadığınızı söylerler Lord Talmanes.”

“Anlamam da,” dedi Talmanes. “Kılıcınla birlikte, yakınımda kal.”

Melten ciddi bir ifadeyle başını salladı. “Dehşetbelası,” diye fısıldadı.

“O nedir?”

“Sınırboylu ünvanı. Bir Soluk biçtiniz. Dehşetbelası.”

“Çoktan on yedi okun hedefi olmuştu.”

“Fark etmez.” Melten elini onun omzuna koydu. “Dehşetbelası. Acıya dayanamaz olduğunuzda iki yumruğunuzu bana doğru kaldırın. Ben işi görürüm.”

Talmanes inleyerek doğruldu. İkisi de anlıyordu. Birlik’teki pek çok Sınırboylu da aynı fikirdeydi. Thakan’dar kılıcının açtığı yaralar öngörülemezdi. Bazıları hızla işlerdi, diğerleri adamı hasta ederdi. Ama Talmanes’inki gibi karardığında… en kötüsü buydu. Birkaç saat içinde bir Aes Sedai bulmaktan başka hiçbir şey kurtaramazdı onu.