Выбрать главу

— İstersen şu hasırın üstüne uzan, daha rahat edersin. Halil Hilmi Efendi kızarıp bozararak bu vaziyette oturmıya

müsaade istedi.

— Nasıl istersen kaymakam. Keyfine karışacak değilim. Anlat bakalım şimdi, nasıl görüyorsun şu halleri...

Halil Hilmi Efendi nereden başlıyacağım bilemiyerek sıkılıyordu.

Vali korkunç bir sadelikle:

— Eh söylemek istemiyorsan ben sana bir kelime ile hülâsa edeyim kardeşçiğim, dedi. Berbat değil mi? Başka bir kelime aklına geliyorsa söyle, «Hay babana rahmet» diye kabul edeyim. Nasıl, anlaştık mı? Haydi şimdi başka şeylerden konuşalım.

XXIX. Vali dehşet saçıyor

Vali bir kelime ile hülâsa ettiği vaziyeti bir, nihayet iki gün- ! de düzeltip merkeze döneceğini umuyordu. Evet, vaziyet hakikaten dediği gibiydi. Kaymakam berbat etmiş, mutasarrıf tüy dikmişti. Zaten hâlâ neden kullanıldıklarına bir türlü akıl erdiremediği, böyle Hacivat çelebi kılıklı, eski devir döküntülerinden başka ne beklenebilirdi. Fakat onun kendisi için halledi-lemiyecek mesele yoktu. Meseleden korkarsan mesele büyür ve seni yerdi. İdare adamı için yapılacak şey, bilâkis düşünmeden, korkmadan meselenin üstüne yürümekti. Kötü mü gidiyor bir iş? Başındaki adamı kulağından yakalayıp atar ve geçersin. Yine mi kötü gitmekte devam ediyor, bunu bir kere, bir kere daha tekrar edersin. Tâ ki, artık kötü gitmeyinciye kadar. Hele bazılarının, bazılarının değil hemen bütün idare adamlarının yaptığı gibi her meselede kılı kırka yarmıya kalkar, her işi kendi elimle yapayım diye düşünürsen kıyamete kadar beklemek lâzım* gelirdi. Her mafevk kendi madununa karşı böyle hareket edebilseydi zaten dünyada mesele mi kalırdı? Ne care ki, meşrutiyet inkılâbını yapanlar Babıâlinin yumuşak koltuklarında gevşemişlerdi. En sade hakikati anlamıyorlardı Galiba anlamak için de, Sakallı Mehmet paşa gibi, halka kendilerini astırmayı bekliyeceklerdi.

Gerçi kendisi de kaymakamın nenin nesi olduğunu şimdiye kadar öğrenememişti. Fakat mutasarrıfın Ebcet gibi ne ölüye, ne diriye hayın olmıyan kokmaz, bulaşmaz bir Babıâli efendisi olduğunu 'söyliye söyliye dilinde tüy bitmişti. Ancak kulak asan kim? ,

Vali Sarıpinar rezaletinde, evvelce Babıâliye yazdığı tezkereleri teyit edecek bir delil ve misal bulduğuna âdeta seviniyor, raporu, hakkında henüz bir şey düşünmediği halde satırlar arasına sıkıştıracağı iğneleri şimdiden hazırlıyordu. Ama vilâyetin en büyük âmiri olarak bu idaresizlikten kendine de bir pay ayıracaklarmış. Ne çıkar?

* * *

Vali ertesi sabah arkasında yine büyücek bir kalabalıkla, kasabanın çarşısını ve birkaç mahallesini dolaştı. «Merhaba arkadaş. Nasılsın bakalım?» diye dükkânlara dalıyor, esnaftan utanıp sıkılanlara; «ne oluyoruz yahu? Vali adam yemez ya... Ben senin hizmetine bakmıya, dertlerine çare aramıya memur bir adamım. Kahveni içmiye vaktim yok. Ver bakalım bir sigara. Bir tane de kendin yak da dertleşelim. Ha şöyle, şimdi söyle bakalım. Çekinme konuş» gibi sözlerle gönlünü alıyordu. Fakat hemen hemen ayni zamanda bir, tavanda sarkan bir sinek kâğıdına, bir kavanozun üstündeki tozlara, daha olmazsa dükkâncının sakal veya tırnaklarının uzunluğuna gözü ilişerek bağırıp çağırmiya başlıyordu.

Vali bu teftişinde nedense kancayı en ziyade Halil Hilmi Efendiye takmıştı. Her yeni davaya kaymakam da dükkâncı ile beraber sokularak sorguya çekiliyordu:

— Bu ne kaymakam., sinek kâğıdı mı? Hadi canım... Buna sinek salkımı derler. Kâğıdını nereden gördün? Yahu kaymakam, her sineğin yarım milyon mikrop demek olduğunu bu cahil herif bilmiyor ama, sen de mi bilmiyorsun? Ne olurdu ara-sjra şuraları şöyle bir dolaşıvereydin... Biraz yorulurdun ama,

111 ölmezdin herhalde...

Bununla beraber mutasarrıf Halil Hilmi Bey ve belediye reisi de arasıra bu tenkitlerden pay almıyor değillerdi. Fakat valinin onlara ve hele Hâmit Beye söylediği şeyler daha tatlı ve ölçülü idi:

— Kasabada işlerin bu derece Allaha kaldığım tasavvur etseydi mutasarrıf bey mutlaka büyük bir rahatsızlığı göze alarak, buralara kadar zahmet ederlerdi. Fakat nereden akla gelir?

Çarşının temizliği bahsinde kendinin de akla gelmesinden korkarak kalabalığı biraz uzaktan takip eden doktor Arif Bey bir aralık Halil Hilmi Efendiye yaklaştı, endişeli bir çehre ile:

— Renginizi bozukça görüyorum kaymakam bey, dedi. Kaymakam, inanılmaz bir sükûnetle gülümsedi:

— Ölmüş eşeğin kurttan korkusu olmaz doktor. Benim için milyonda bir ümit kalmadı.

Doktor da ayni fikirde olduğu için nafile bir teselliyi lüzumsuz buldu ve sadece ölecek hastalarına söylemek âdetinde olduğu bir cümleyi tekrar etti:

— Allaha amanet kaymakam bey, Allaha amanet. Hükümet konağı gezilirken vali hükmünü hemen hemen açıkça tebliğ etti;

— Bu mezbele içinde senelerce nasıl oturdun kaymakam?... Cin çarpmasından korkmadm mı? Fakat çarpar azizim çarpar. Mezbelede oturmaktan korkmıyan, vakti saati gelince, cin mutlaka çarpar onu... O zaman Halil Hilmi Efendi:

— Onda şüphe yok vali beyefendi hazretleri, dedi. Bir kanlı kelle atılmadan bu meselenin kapanmıyacağmı ben de anladım. Siz sağ olun!

Vali hayretle kaymakamın yüzüne baktı. Halil Hilmi Efendinin hayreti onunkinden aşağı değildi. Kendi sesini işitmemiş olsaydı bu sözün kendi ağzından çıktığına kendi de inan-mıyacaktı. Yıkık tavanının ötesinden berisinden gökyüzü görünen sofada yalnızdılar. Böyle olmasaydı valinin mukabelesi muhakkak başka türlü olacaktı. Fakat yalnız ve şahitsiz ola¬rak bu gözgöze bakış!