Выбрать главу

Homurdayarak, sarsılarak ve kükreyerek ormanın içinde kayboldu. Hiddeti de kendisiyle beraber yavaş yavaş uzaklaşıyordu.

Maxim nefesini tutarak etrafındaki tatarcıkları kovdu. Tüm hayatı boyunca bu kadar tuhaf ve içler acısı bir şey görmemişti.

“Şey… Sanırım burada bir positron gönderici bulamayacağım.” diye düşündü. Canavarı, gözden kayboluncaya kadar izledi.

Birden ormanı kesen yolun sadece dar bir geçit olduğunu farketti.

Belki de makineyi yakalayıp durdurmalı ve reaktörünü kapatmalıydı. Dikkatle etrafını dinledi. Hışırtı ve çatırtı sesleri ormanı doldurmuştu. Canavar bir hipopotamın bataklık sularına kendini bıraktığı gibi ormanın derinliklerine doğru ilerliyordu.

Aniden tekrar makine homurtusunun yaklaştığını duydu. Tıngırtısı ve kükremesiyle yeniden kavşağa doğru yaklaştı ve biraz önce terkettiği bölgeye geri döndü. “Oğlum, fazla yaklaşma- san iyi olacak” diye düşündü, Maxim. “Acımasız canavarlar ve ilkel robotlar benim için değil.”

Bir süre hızlı hızlı yürüdükten sonra, yavaşladı ve demir mamutun egzoz dumanını ciğerlerinden temizlemek için derin derin nefes alıp verdi. Gezegendeki ilk iki saatinde karşılaştığı şey hakkında düşündü. Kafasında, yaşadığı bu garip deneyimin mantıklı bir resmini çizmeye çalıştı.

Ancak bu çok zordu, zira parçalar inanılmaz derecede gerçek dışıydı. Ormanın bizzat kendisi sanki peri masallarından fırlamıştı. Neredeyse, fantastik yaratıklardan çıkan insan sesleri ormanda yankılanıyordu. Tıpkı masallardaki gibi sapa ve eski bir yol, lanetli bir şatoya uzanmaktaydı. Görünmez, şeytanî büyücüler de bu yoldan geçenlere engeller yaratıyorlardı. Ta uzaklardan, gemisini meteorlara boğmuşlar, Maxim’i tuzağa düşürerek arkasından demir bir ejderha göndermişlerdi. Ejderha yaşlı ve aptaldı. Bunun da farkındaydılar ve daha günümüze özgü tuzaklar hazırlıyorlardı.

Onlara “Dinleyin beni” dedi. “Şatolarınızın tılsımını bozmak ve uyuyan güzelinizi uyandırmak gibi bir niyetim yok. Tek istediğim içinizden positron iletici yapmama yardım edecek zeki biriyle görüşmek.

Fakat kötü büyücüler ısrarcıydılar. Önce yola dev bir çürümüş ağacı devirdiler ve yolun beton yüzeyinin tahrip olup genişçe bir çukurun açılmasına neden oldular. Bu da yetmiyormuş gibi çukurun içini de kokuşmuş radyoaktif sıvıyla doldurdular. Bunlar Maxim’i durdurmaya yetmemişti. Sinekler de onu ısırmaktan yorulup geri çekilince, sabaha doğru soğuk ve kötü niyetli sisi başına sardılar. Maxim ısınmak için biraz koştu.

Sis, yapışkan ve yağlıydı, ayrıca çürük bir kokusu vardı. Biraz sonra bu kokuya duman kokusu da eklendi. Maxim dumana sebep olan ateşin yerini saptamaya çalıştı.

Şafak vakti, yolun kenarında yosunla kaplı taş bir yapıya ulaştı. Çatısı çökmüştü ve karanlık, boş görünümlü pencereleri vardı. Görünürde kimseler olmamasına karşın, insanların biraz önce buralarda olduğunu ve yakın zamanda da döneceklerini hissetti. Yoldan ayrıldı, lağım çukurunun üzerinden atladı ve bileğine kadar çürümüş yapraklara batarak yanan ateşe yaklaştı.

Ateş ilkel sıcaklığıyla onu karşıladı. Burada her şey çok basitti.

Herhangi bir kimse, karşılama formalitesi olmaksızın, öylece oturup ellerini ateşte ısıtabilir ve ev sahibi gelip ona sıcak yemek ikram edene kadar sessizce bekleyebilirdi. Görünürde ev sahibi yoktu. Ama kapkara ve buram buram et suyu kokan bir tencere ateşin üzerinde asılı duruyordu.

Maxim, ateşin kenarına oturup, ısınmaya çalıştı. Sonra istemeye istemeye kalktı ve eve girdi. Ev mi? Bu sadece taştan bir kabuktu. Sabahın ilk ışıkları, kırılmış kirişler üzerinde parlıyordu. Parke çürümüştü ve basmak tehlikeli gibi görünüyordu. Köşelerde ise çiğken zehirli, yeterince kızartıldığında yenebilen kızıl mantar kümesi bitmişti.

Maxim aniden iştahını yitirdi. Duvarın dibindeki yarı karanlıkta yırtık pırtık ve soluk elbise parçalarıyla kaynaşmış bir iskelet yatıyordu! Tiksinerek döndü. Kırık basamaklardan aşağı inip, avuç içiyle ağzını kapattı ve avazı çıktığı kadar bağırdı.

“Aman Tanrım! Tam altı parmak var!”

Çığlığı sisle kaplı orman tarafından bastırılmakta gecikmedi.

Orman derinliklerden sinirli bir şekilde öten kuşlar dışında ona cevap veren yoktu.

Maxim ateşin başına geri dönüp altına birkaç çalı parçası fırlattı ve tüm dikkatiyle tencere baktı. Et suyu kaynıyordu. Kaşığa benzer bir şey buldu, kokladı ve kurulayarak onu tekrar kokladı.

Sonra dikkatle et suyunun üzerindeki grimsi tabakayı sıyırıp kaşığı tencerenin kenarına hafifçe vurdu. Et suyunu karıştırıp kenarından kaşığıyla biraz aldı, üfledi, dudaklarını büzerek tadına baktı. Pek de kötü sayılmazdı. Ciğerden yapılmışa benziyordu.

Sadece tadı biraz sertti. Kaşığı yanına koydu. Tencereyi dikkatle iki eline aldı ve çimenlerin üzerine koydu. Sonra etrafına tekrar baktı ve “Kahvaltı! Gel ve onu al!” diye bağırdı. Hâlâ ev sahibinin yakınlarda bir yerlerde olduğunu hissediyordu, fakat tek gördüğü sisten ıslanmış hareketsiz çalılıklar ve kasvetli ağaç gövdeleriydi.

Ateşin çıtırtısı ve kuşların atışmasından başka etrafta çıt yoktu.

“Pekâlâ, tamam, canın nasıl isterse, ama ben başlıyorum.” dedi yüksek sesle.

Et suyunun tadını almaya başlamıştı. Bunu başarana kadar çorbanın üçte biri tencereden uçup gitmişti. Üzülerek, geri çekildi.

Bir an durup kaşığı temizledi. Fakat kendini kontrol edemedi.

Çorbayı kafasına dikti ve kalan lezzetli kahverengi et parçalarının ağzında erimesine izin verdi. Sonra tekrar ayağa kalktı. Kaşığı tekrar kuruladı ve tencerenin üzerine koydu. Şimdi ortalıklarda görünmeyen ev sahibine memnuniyetini göstermenin zamanıydı.

İleri atıldı, birkaç ince ağaç dalı alarak eve girdi. Arkasındaki gölgeye bakmamaya çalışarak çürümüş parke üzerinde dikkatle yürüdü. Yerdeki mantarlardan en sağlamlarını aldı ve kızıl şapkalarını şiş gibi bir şeye geçirdi. Kendi kendine “üzerine biraz tuz biraz da biber ekebiliriz, ama boş ver. Seni aperatif olarak kullanacağım. Ateşin üzerine konulacak ve zehrin son damlasına kadar buharlaşacak. Çok lezzetli olacaksın. Benim bu gezegendeki kültüre ilk armağanım olacaksın” diye söylendi.

Ev karanlıktı. Bir çift gözün onu izlediğini sezdi. İçinde aniden arkasını dönme isteği uyandı fakat bunu sonraya sakladı.

Ona kadar sayıp doğruldu ve ileride olacakları merak ederek yüzünde bir gülümsemeyle arkasını döndü.

Uzun, karanlık bir yüz kederli gözler ve bükülmüş dudaklarla boş boş pencereden ona bakıyordu. Birkaç saniye birbirlerine baktılar. Karşısındakinin yüzünden kaynaklanan kasvet Maxim’e tüm odayı dolduruyor, ormana yayılıp oradan da tüm gezegeni içine alıyormuş geldi. Ev gittikçe daha da kararıyordu. Maxim duvara doğru döndü.

Salkımsaçak darmadağın kızıl saçlı, tıknaz bir adam çirkin giysiler içinde kapı eşiğinde duruyor, kısa ama güçlü bacakları ve geniş omuzlarıyla girişi kapatıyordu. Maxim, bir çift mavi gözün sabit ve düşmanca bakışları tarafından vücudunun delindiğini hissetti. Belki de pencereden taşıp her tarafı saran kasvetin aksine bu bakışlar neredeyse neşe doluydu. Bu sert görünüşlü yerlinin başka bir dünyadan gelen bir ziyaretçiyle ilk defa karşılaşmadığı açıktı. Açık olan diğer bir şey de onu rahatsız eden ziyaretçilerle nasıl ilgileneceğini bildiğiydi. İletişim kurma ve diğer gereksiz ayrıntılar yerine onlara ani ve kaba bir çeşit misafirperverlik sunuyordu. Boynundaki kemerde asılı duran uğursuz görünüşlü kalın metal boru doğrudan doğruya Maxim’i hedef almıştı. Bu yaratığın, insan hayatı, İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi ve hümanizmin yüce idealleri hakkında en ufak bir fikri olmadığı açıktı. Hatta insanlıkla uzaktan yakından ilgisi yoktu.