Guy, sersemlemiş, başı dönüyordu. Ayaklan onu kaldıramadı ve kamyonun kaportasının üzerine yığıldı. Kurşunların, en yakın arkadaşının vücuduna girerken çıkardığı o mide bulandırıcı ses, hâlâ kulaklarındaydı. Çabucak, gücünü topladı; fakat ayaklarının tutup tutmayacağından emin değildi. Bir süre ayakta öylece durdu.
Mac’in, hareketsiz vücudu, pembe ve beyaz taş parçaları arasında bir kaya gibi uzanıyordu. Yüzbaşı, daha önceki yerine döndü, silahını, herhangi bir duruma karşı hazır konumda tuttu ve bir sigara yaktı.
Sigarasını, aç gözlülükle içine çekti. Guy’a bakamıyordu.
Sigarasını dibine kadar içerken elini yaktı ve izmariti fırlatarak ölü vücuda doğru iki adım attı.
Tabancasını kılıfına sokarken “Massaraksh” diye homurdanıyordu.
Silahının kılıfını kapatmakta bir süre zorlandı ve sonunda vazgeçti. Guy’ın yanına yürüdü, sakat eliyle göğsünden kavradı ve ani bir şekilde onu elbiselerinden çekti. Guy yüzünde onun gürültülü soluğunu hissediyordu. Yüzbaşı titrek bir sesle konuşmaya başladı.
“Pekâlâ, evlat, seni er bile yapmayacağız. Lejyon’daki işin artık sona erdi. Orduya sevk edilmen için bir rica mektubu yazacaksın. Araca bin.”
TERÖRİST
IX
Muhafız ona: “Burada bekle” diye mırıldandı ve çalılıklar arasında kayboldu. Maxim çalılıklardan temizlenmiş, boş bir alanda bulunan kütüğün üzerine oturdu. Ellerini keten pantolonunun cebine sokup beklemeye koyuldu. Yaşlı bir ormandı ve çalılıklarla kaplıydı. Eski ağaç gövdeleri küf kokuyordu. Havadaki nemden, Maxim’in tüyleri diken diken olmuştu. Başı dönüyor ve omuzlarını ısıtabileceği güneşli bir yerde oturmak istiyordu.
Yakınlardaki çalılıklarda biri vardı, fakat Maxim onu görmezden geldi. Köyü terk ettiği andan itibaren takip edil-mesine rağmen, kimse kendisiyle ilgilenmemişti. Hikâyesine hemen inanmaları çok garipti.
Üzerine fazlaca büyük bir bluz giymiş, elinde bir kova taşıyan kız, çalılıkların arasından, Maxim’in bulunduğu alana girdi. Kız, yanından geçerken gözlerini Maxim’e dikti. Sonra da sendeleyerek çimenlerin üzerinde yürüyüp uzaklaştı.
Sincap benzeri bir hayvan çalılıklardan hızla ona doğru ilerledi ve bir ağaca tırmandı. Yukarıdan etrafa baktı, bir şeyden korkmuş olacak gözden kayboldu. Etraf, göldeki sazları kesen makinanın tıkırtısı haricinde sessizdi.
Çalılıkların oradaki adam, hâlâ yerindeydi. Kendisinin izlendiği fikri, rahatsızlık vericiydi; ama buna alıştı. Bu tip şeylerin olmasına artık hazırlıklı olmalıydı. Bu gezegen kendisine karşı dönmüştü; bir grup onu vurmuş, diğeri ise ona güvenmiyordu. Maxim uyukluyordu. Bu günlerde en uygunsuz zamanlarda uyuklamaya başlamıştı.
Uyuyakalacak, uyanacak, sonra tekrar uyumaya başlayacaktı. Kendi vücudunun, neye ihtiyaç duyduğunu daha iyi bildiğini fark ederek, bulunduğu durumla mücadele etmeye kalkışmadı. Tüm bunlar geçecekti.
Yürüyenlerin hışırtısını ve ona eşlik edenin sesini duydu: “Beni takip et.”
Maxim ayağa kalktı ve onu takip etti. Ormanın derinliklerine doğru ilerlediler. Zik zaklar, çemberler, karmaşık daireler çiziyorlardı. Muhafız da ona gidecekleri yolu tarif ediyordu. En sonunda bir eve ulaştılar. Aslında burası Maxim’in oturduğu alana çok yakındı. Muhafız, Maxim’in kafasının karıştığını anlayınca, aldatmacayı yarıda kesip devrilmiş ağaçların üzerinden geçerek, kestirme bir yoldan onu buraya getirmişti. Dahası, ormanda yürümeye alışkın olmayan bir şehirli gibi, büyük gürültü kopararak yürümüş, böylece Maxim arkalarından ilerleyen adamın ayak seslerini duyamamıştı.
Yıkılmış ağaç kütüklerini geçtikten sonra, çayırlık alana ulaştılar ve Maxim, pencereleri tahtalarla kapatılmış, kütükten yapılmış viran bir kulübeyle karşılaştı. Çimenlerin boyu çok uzundu; ancak Maxim yerdeki taze ya da eskiden kalma ayak izlerini görebiliyordu. Buraya kim geldiyse kulübeye dikkatle yaklaşmış ve her seferinde farklı bir yolu izlemeye özen göstermişti. Karanlık, küf kokulu bir odaya girdiler. Onları takip eden adam dışarıda bekledi. Muhafız, önündeki kapağı kaldırdı. Bu bir kapıydı: “Buraya gelin, ama dikkatli olun.” Karanlığın içinde, Maxim tahta bir merdivenden aşağı indi.
Bodrum katı ılık ve nemsizdi. Birkaç insan tahta bir masanın etrafında oturmuş, içerisi karanlık olduğu için, gözlerini kısıp güçlükle, Maxim’in neye benzediğini anlamaya çalışıyodu. Fitili yanmış ve söndürülmüş mumdan yükselen dumanın kokusu, Maxim’e, oturanların yüzlerini ondan saklamaya çalıştıkları düşüncesini uyandırdı. Sadece ikisini tanıyordu. Ordi, Illi Tader’in kızı ve sandalyede dizlerinin üzerinde bir makinalı tüfek duran Mémo Gramenu. Geçidin kapağı hızla kapandı. Oturanlardan biri Maxim’e.
“Kimsin sen?” diye sordu. “Bize kendinden söz et.” Maxim oturmak için izin istedi.
“Evet, elbette. Buraya, bana doğru gel. Burada bir sıra var.” Maxim, masanın üzerine oturup etrafına bakındı. Masanın etrafında dört kişi oturuyordu. Eski bir resimdeki yüzler kadar gri ve tatsız görünüyorlardı. Sağında Ordi oturuyordu. Geniş omuzlu adamı da Ordi’nin karşısındaydı. Adam, Yüzbaşı Chachu’ya çok benziyordu ve Maxim bu durumdan pek de hoşlanmamıştı. Geniş omuzlu adam tekrarladı.
“Bize kendinden söz et.” Maxim bir iç çekti. Kendini bir çuval yalanla tanıtmaktan hoşlanmıyordu; ancak buna mecburdu.
“Geçmişimle ilgili bir şey bilmiyorum. Dağlardan geldiğimi söylüyorlar. Belki öyleyim. Hatırlamıyorum. Adım Maxim.
Soyadım Kammerer. Lejyon’dayken ismim Mac Sim’di. Mavi Yılan Nehri’nin yakınlarında tutuklanmamın öncesine ilişkin hiçbir şey hatırlamıyorum.” Bir kere yalan söylemeye başladığında gerisi çabucak geliyordu. Onlara, hikâyesini özetlemeye çalıştı ama önemli ayrıntıları da atlamamaya özen gösterdi.
“Onları taş ocağının olabildiğince uzak bir yerine götürdüm ve koşmalarını söyledim. Daha sonra diğer lejyonerlerin yanına dönmem gereken zamanı bekledim. Yüzbaşı beni vurdu. Gece bilincim yerine geldiğinde taş ocağından çıktım ve çayırlık boyunca ilerledim. Gündüzleri çalılıklıklarda saklanarak uyudum, geceleri ineklerin arasından süründüm ve sütlerinden içtim. Birkaç gün içinde kendimi daha da iyi hissetmeye başladım. Koyunların yününden giymek için paçavralar yaptım. Nihayet Duck Köyü’ne ulaştım ve orada illi Tader’ı buldum. Gerisini zaten biliyorsunuz.” Uzun bir sessizlikten sonra saçları omuzlarına kadar uzanan, hissiz yüz ifadeli adam diğerleriyle konuşmaya başladı: “Geçmişini neden hatırlayamadığını anlayamıyorum.
Bundan pek hoşlanmadım. Doktorun bu konuda ne düşündüğünü dinlemek isterim.”
Çalışmaktan bitkin düşmüş zayıf bir adam cevap verdi: “Bu olur.” Besbelli elindeki piposunu içmek için sabırsızlanıyor ve onu parmaklarının arasında döndürüyordu.
Geniş omuzlu sordu: “Neden mahkûmlarla birlikte kaçmadın?”
“Guy, hâlâ yüzbaşının yanındaydı. Benimle geleceğini ummuştum. Maxim, Guy’ın allak bullak olmuş, solgun yüzünü ve yüzbaşının nefret dolu gözlerini hatırlayarak duraksadı. Bir bıçak gibi göğsüne ve karnına saplanan yakıcı acıları, yaralanmış duygularını ve çaresizlik duygusunu bir türlü aklından çıkaramıyordu. Konuşmaya devam etti: “Elbette, böyle düşünmem aptallıktı. Fakat hâlâ bunun nedenini anlamıyorum.”
“Lejyon operasyonlarına katıldın mı?”
“Bunu size zaten anlatmıştım.”