Выбрать главу

“İki dakika uzun bir süre” dedi Forester. “İki dakika içinde hepsini çıplak ellerimle boğarım. Elbette eğer kendimi kontrol edip ellerimi o alçaklardan alabilirsem.” Green, yüzünü buruşturarak: “Evet, eğer ellerimizi onlardan alabilirsek” dedi. “Ee, Mac?” Generaclass="underline" “Mac, söylemek istediğin bir şeyler yok mu?”

“Zaten söyleyeceğimi söyledim. Yeni plan eskisinden iyi ama hâlâ eksik yönleri var. Bırakın işi kendim yapayım. Bu riski göze alın.

General sinirlenmişti: “Bu konuya girmeyelim. Böylece konu kapanmıştır.

Ekleyeceğiniz daha gerçekçi fikirleriniz var mı?”

“Hayır” diye cevapladı Maxim. Tartışmayı tekrar açtığına pişman olmuştu.

Mémo ansızın: “Şu yeni hapları nereden buldunuz?” diye sordu.

“Eskileriyle aynı” dedi General. “Ama Mac hapların etkisini biraz arttırmayı başardı.”

Mémo küçümseyici bir havayla: “Ah, tabii ya Mac…” dedi. Onun bu tavrı herkesi rahatsız etmişti. Mémo, Mac’in acemi olduğu fikrine o kadar bağlıydı ki, onu içlerinden biri olarak kabul etmiyor, hatta Mac’i, onları oyuna getirmeye çalışan bir yabancı olarak görüyordu.

“Evet, Mac” dedi General sertçe. “Bu kadar gevezelik yeter. Emir karargâha ait, sen de uyacaksın, Tekmeci.”

Mémo omuz silkerek: “Ben, ben buna karşıyım ama itaat edeceğim. Başka ne yapabilirim ki?”

Maxim üzüntüyle onlara baktı. Tamamen heterojen bir gruptu ve oldukça uyumsuzdular. Normal koşullar altında, bir araya gelmeleri mümkün değildi. Bir eski çiftçi, bir eski suçlu ve bir eski öğretmen. Kalkıştıkları iş, Maxim’e çok anlamsız geliyordu. Birkaç saat içinde çoğu ölmüş olacaktı ve dünyalarında hiçbir şey değişmeyecekti. Kurtulanlarsa geçici olarak dayanılmaz acılarını dindireceklerdi. Ama nasıl olsa işkence görüp yaralanacak ve çektikleri acılardan yılgınlık duyacaklardı. Köpekler gibi izlenecek ve berbat kokulu deliklerinde saklanmak zorunda kalacaklardı. Bu kısır döngü hep devam edecekti. İki seçeneği vardı. Ya onlarla birlikte hareket edecekti — ki bu ona çok aptalca geliyordu- ya da onları terk edecekti. Onları terk etmek ilkesizce bir davranış olacağından ilkini seçmek zorundaydı. Aptalca acılara katlanmak, anlamsızca kan dökmek, hatta ihanet. Belki de burada işler böyle yürüyordu. Maxim “Ne sefil, ne aptal, ne uğursuz insanlar?” diye düşündü. Aptallık zayıflıklarından, zayıflıkları cehaletlerinden, doğru yolu bulamamaktaki acizliklerinden kaynaklanıyordu. Doğru yolun bulunması imkânsız gibi gözüküyordu. “Bir tanesini denedim ve yanlıştı.

Yeni denemek üzere olduğum da yanlış. Hep yanlış olanı tekrar tekrar denemeyeceğimi ve bir çıkmaza sürüklenmeyeceğimi kim bilir? Kime davranışlarımın doğruluğunu ispatlamaya çalışıyorum ki? Ve neden çabalıyorum? Bu insanları seviyorum ve onlara yardım edebilirim. Şu an için bilmeye ihtiyaç duyduğum tek şey bu” dedi kendi kendine.

“Şimdi dağılıyoruz” dedi General. “Tekmeci Forester’la.

Mac, Green’le ve Ordi de benimle. Saat 21.00’de sınır noktasında buluşalım. Yolları kullanmayın, ormanlık alandan geçin. Her biriniz partnerinizden sorumlusunuz, yani birbi-rinize yapışın. Şimdi gidelim. Önce Memo ve Green. “Sigara izmaritlerini bir parça kâğıtla silip, sardıktan sonra, onları cebine koydu.

Forester dizlerini ovuşturdu.

“Kemiklerim ağrıyor. Yağmur yağacak. Bu da, bizim için mükemmel bir gece olacağı anlamına gelir, karanlık ve güzel.”

XI

Dikenli tellere ulaşmak için ormanın kıyısından sürünerek ilerlemeleri gerekiyordu. En önde ilerleyen Green, patlayıcı dizili sırığı sürüklüyor, ellerine dikenler battığı için sürekli küfür ediyordu. Onun arkasından sürünen Maxim bir çuval dolusu manyetik mayın taşıyordu. Gökyüzünü bulutlar kaplamış ve yağmur çiselemeye başlamıştı. Çimenler ıslaktı, birkaç dakika sonra da sağnak yağmura tutuldular. Green, pusulasının gösterdiği yönde sadakatle ilerliyor, rotadan sapmayı aklına bile getirmiyordu. Burunlarına nemli pas kokusu geldiği sırada, Maxim üç sıra halinde dizilmiş dikenli telleri gördü. Önlerinde, muazzam direkleriyle kulenin puslu manzarası uzanıyordu. Başını hafifçe kaldırınca kulenin tabanındaki alçak, üçgensel yapıyı görebiliyordu. Burası nöbetçi kulübesiydi. Kulübenin önünde makinalı tüfekli ve lejyoner oturuyordu. Askerlerin konuşmaları yağmurun pıtırtısı arasında güçlükle seçilebiliyordu.

Kulübenin dışarı doğru bakan uzun silah bölmesinde zayıf, sarı bir ışık parıldadı. Bu bir kibrit ateşiydi.

Green, elleri ve ayaklarıyla patlayıcı dizili sırığı dikenli tellerin altına itti. “Hazır” diye fısıldadı. “Geri çekilin!” On adım geri çekilerek beklemeye koyuldular. Green, fosforlu saatine baktı. Fünyeyi elleriyle sımsıkı kavramıştı. Titriyordu. Maxim, Green’in dişlerinin tıkırtısını ve güçlükle nefes alışını duyabiliyordu. Aslında Mac de titriyordu. Elini çuvalın içine atarak mayınları yokladı, sert ve soğuktular. Yağmur ağırlaştıkça, çevredeki tüm sesler boğuklaşıyordu. Green elleri ve ayakları üzerinde doğrularak sürekli olarak bir şeyler fısıldadı. Ya dua ediyor ya da küfrediyordu. “Tamam, sizi piçler!” diye aniden bağırdı ve sağ eliyle keskin bir hareket yaptı. Patlama sesini bir tıslama izledi. Az ötede kızıl alevlerin örtüsü topraktan gökyüzüne doğru yükseliyordu. Sol taraflarındaki uzak köşede, bir patlama daha oldu. Geniş bir toprak tabakası kulakları sağır eden patlamanın etkisiyle yerden püskürdü. Etrafa sıcak ve ıslak toprak parçaları, yanmış çim yığını, kısa, kalın ve ısınmış metal parçacıkları saçıldı. Green ileri atıldı. Ansızın gözleri kör eden bir ışık, bulundukları alanı aydınlattı. Maxim gözlerini kıstı. Sırtını buz gibi bir titreme kapladı ve “Şimdi mahvolduk” dedi kendine kendine. Fakat kimse ateş etmemişti. Sessizliği kıran sadece çimenlerin hışırtısı ve rüzgârın uğultusuydu.

Maxim gözlerini açtığında gri nöbetçi kulübesini gördü.

Patlamanın etkisiyle dikenli tellerde bir yarık oluşmuştu.

Kuleyi çevreleyen geniş alanda askerler oraya buraya koşuşturuyordu.

İnsan figürleri nöbetçi kulübesine doğru alabildiğince hızlı koşuyorlardı. Kimi sessizce ilerliyor, kimi gürültüyle.

Kimileriyse takılıp düşüyor, sonra doğrulup koşmaya devam ediyordu. O sırada Maxim birinin acıyla inlediğini duydu. Bu Green’di. Dikenli tellerin arkasında elleriyle yüzünü kapatmış debeleniyordu. Maxim aceleyle yanına gitti ve ellerini yüzünden çekmesini sağladı. Green’in gözleri yuvalarından fırlayacak gibiydi ve dudaklarının, kenarından salya akıyordu.

Hâlâ kimse ateş etmemişti. Patlamalardan bu yana çok uzun bir süre geçmesine rağmen, nöbetçi kulübesinden bir ses çıkmamıştı. Aniden tanıdık bir şarkı Maxim’in kulaklarında çınlamaya başladı.

Maxim, ağzından salyalar akan Green’i sırtüstü çevirdi.

Elini cebine attı ve ağır kesici tablet aramaya koyuldu.

Şanslıydı. Çünkü General tedbirli davranarak Maxim’e yedek tabletler vermişti. Green’in ağzını parmaklarıyla açarak, onu tabletleri yutmaya zorladı. Daha sonra Green’in hafif makinalı tüfeğini alarak etrafında şöyle bir döndü ve gözleri kör eden ışığın kaynağını aramaya koyuldu. Hâlâ silah sesi duymuyordu. Yalnız figürler koşmaya devam ediyordu.