Bunlardan biri nöbetçi kulübesine epey yaklaşmış, diğeri ondan pek de uzak değildi. Bir üçüncüsü de sağ taraftan kulübeye doğru koşup ellerini iki yana açarken tepetaklak yere yuvarlandı. Diğer askerlerse marş söylüyordu: “Oh, düşman nasıl da ağlar!” Parlak ışık Maxim’in ulaşamadığı yukarlarda bir yerden, büyük ihtimalle de kuleden tepelerine balyoz gibi iniyordu. Gözleri kör eden ışık beş ya da altı mavi ve beyaz yuvarlak levhadan üzerlerine vuruyordu. Maxim silahını kaldırarak, levhalara nişan aldı ve tetiği çekti. El yapımı silah küçük, garip ve alışılmamıştı. Ateş ederken ellerinde titriyordu. Maxim’e cevap olarak, silah bölmesinde kızıl alevler parıldadı. Nihayet ateş açmışlardı. Fakat ansızın Green silahı Maxim’in ellerinden kaptı, ileri atıldı ve tökezleyip düştü.
Maxim eğilerek, mayınların bulunduğu çuvala doğru sürünerek ilerledi. Arkasında silah sesleri duyuyordu. En sonunda da bir el bombası patlamıştı. Derken bir tane daha ve aynı anda iki tane daha ve makinalı tüfek sesleri kesilmişti.
Sadece hafif makinalı tüfekler takırdıyordu. Patlamalar tekrar başlamıştı.
Zalim çığlıklar etrafı sardı ve daha sonra bir sessizlik çöktü. Maxim çuvalı alarak koşmaya başladı. Nöbetçi ku-lübesinden dumanlar yükseliyordu. Havada barut kokusu vardı. Etrafını çevreleyen alan aydınlıktı ve terk edilmiş gözüküyordu. Derken güçlükle yürüyen birinin nöbetçi ku-lübesi duvarına tırmanıp silah bölmesinden içeri bir şey atarak yere düştüğünü gördü. Silah bölmesinde kızıl bir pa-rıltı gördü ve hemen bu parıltının ardından büyük bir patlama duydu. Patlamanın ardından alana tekrar sessizlik hakim oldu.
Maxim tökezledi ve az daha düşüyordu. Birkaç adımdan sonra tekrar dökezleyince yerden yükselen küçük direkler gözüne çarptı. Bunlar çimenlerin altına yerleştirilmiş bubi tuzaklarını çalıştıran düğmelerdi. “İşte sonunda” dedi kendi kendine “Tanrım, ne tür bir aptalım ben! Eğer General buraya yalnız gelmeme izin verseydi, iki bacağımı kaybetmiş bir şekilde burada ölü gibi uzanıyor olacaktım. Ben ve benim şu koca ağzım!” Kuleye daha da yaklaşmıştı. Bubi tuzaklarına yakalanmamak için dikkatle koşuyordu.
Kulenin demirden dev ayaklarına ulaştığında, manyetik mayınlarla dolu çuvalı sırtından yere indirdi. Tanrım, şu pankeklerden birini lanet olası ıslak demire yapıştırmak ne kadar da hoşuna gidecekti. Ancak nöbetçi kulübesinin hâlâ onun için tehlikeli olabileceğinden endişelendi. Demir kapısı hafifçe aralık duruyor, içeriden dumanlar dışarı doğru yavaş yavaş süzülüyordu. Bir lejyoner merdivenlerde hareketsiz yatıyordu. Kısacası kulübenin işi bitmişti. Maxim nöbetçi kulübesinin etrafından dolandı ve General’i buldu. Beton duvara yaslanmış yerde oturuyor, gözleri boş boş bakıyordu.
Maxim o an hapların etkisini yitirdiğini anladı. Etrafına bakındı, General’i kaldırarak sırtına aldı ve onu kuleden uzak bir yere taşıdı. Yirmi adım kadar ötede de Ordi çimenlerin üzerinde, elinde el bombasıyla yüz üstü uzanıyordu. Maxim onun öldüğünü söyleyebilirdi. Biraz daha ileri baktı ve Forester’ı buldu. Ölmüştü. Ya Green… O da ölmüştü. Kimi General’le birlikte bırakabilirdi?
Ölümlerden şaşkına dönen Maxim, alanda dolanıp durdu.
Sadece birkaç dakika önce böyle bir ihtimalle karşı karşıya gelmeye hazırlanıyordu. Artık dönüp kuleyi uçurmaya ve işi bitirmeye o kadar da hevesli değildi. Önce Memo’nun nasıl olduğuna bir bakmalıydı. Dikenli tellerin yanına uzanmış bir halde onu buldu. Yaralanmış, büyük olasılıkla sürünerek kaçmaya çalışmış ve kendinden geçmişti. Maxim Generali Memo’nun yanına bırakarak kuleye doğru yöneldi. Şu sefil iki yüz yardı aşmanın bu kadar kolay olacağını görmek ne kadar da garipti.
Kulenin dayanaklarına mayınları yerleştirdi. İki kat emin olmak için her birine ikişer tane yerleştirdi. Zamanı olmasına rağmen acele ediyordu. Çünkü General ve Mémo kan kaybediyordu. Muhtemelen, otoyolda bir yerlerde, lejyoner dolu kamyonlar buraya doğru geliyordu. Guy da büyük olasılıkla o kamyondaydı ve Pandi’yle beraber parke taşlan üzerinde ilerliyorlardı. Komşu kasabalarda da halk uyanmış, erkekler silahlarını kapmış, çocuklar ağlıyor, kadınlarsa kendilerini uykudan eden kana susamış casuslara lanet yağdırıyor olmalıydı. Duygulan kabartan, hayat dolu çiseleyen karanlığı, tüm tehlikeleriyle capcanlı hissediyordu.
Maxim beş dakika içinde patlayacak olan fünyeleri yerleştirip, çalıştırdı ve General ve Memo’nun yanına dönmek için koşmaya koyuldu. Bir şeyi unuttuğunu farkederek duraksadı, etrafına bakındı ve neyi unuttuğunu hatırladı. Ordi.
Onun yanına döndü, hafif vücudunu omuzlayarak dikenli tele doğru koşmaya başladı. Mémo ve General’i bıraktığı tellerin kuzeyde kalan tarafında açılan deliğe doğru yöneldi. Oraya ulaştığında yanlarında durarak arkasını döndü ve kuleye baktı.
İşte sonunda teröristlerin anlamsız rüyaları gerçek oluyordu. Kısa süre içinde mayınlar patladı ve bir duman tabakası kulenin tabanını örttü. Gözleri kör eden ışıklar söndü ve zifiri karanlık alanı kapladı. Karanlığın içinde toprak gürüldüyor ve tekrar tekrar etrafa saçılıyordu.
Maxim saatine baktı. 22.07. Gözleri karanlığa ayak uydurmuş, tahrip edilmiş dikenli telleri ve kuleyi görebiliyordu.
Kule, yıkılmış, nöbetçi kulesinin yan cephesi boyunca uzanıyor, direkleri patlamanın etkisiyle bükülerek yayılmıştı.
“Kim var orda?” dedi General kalın bir sesle.
“Benim, Maxim.” Eğildi. “Gitme zamanı. Nerenden vuruldun? Yürüyebilir misin?”
“Bekle! Ya kuleye ne oldu?”
“Kulenin işi tamam.” Ordi halen omuzlarındaydı. Ordi’nin öldüğünü Gene ral’e nasıl söyleyecekti.
“İmkânsız” dedi General yerinden doğrularak. “Massaraksh!
Gerçekten kulenin işi bitti, ha?” Kahkahalar atarak çimene uzandı.
“Dinle, Mac. Biraz endişeliyim. Saat kaç?”
“22.10”
“Yani her şey yolunda. İşi hallettik. Temiz iş, Mac. Bekle bir dakika — yanımda yatan kim?”
“Memo.”
“Nefes alıyor” dedi General. “Bekle, başka kim hayatta?
Yanında başka kim var?” Maxim zorlanarak: “Ordi” dedi.
General birkaç saniye için hiçbir şey söylemedi.
“Ordi” diye tekrarladı Maxim tereddüt ederek. Sallanarak yerinden doğruldu. “Ordi” diye tekrarladı ve avuç içini Ordi’nin yanağına koydu.
Bir süre sessiz kaldılar. Bir anda Memo boğuk bir sesle: “Saat kaç?” dedi.
“22.22.”
“Neredeyiz?”
“Şimdi gitmeliyiz” dedi Maxim.
General dönerek dikenli tellerdeki yarığa doğru yöneldi.
Yalpalayarak yürüyordu. Maxim eğilerek Memo’yu ayağa kaldırdı, onu diğer omzuna koydu ve General’in arkasından yürümeye koyuldu. Maxim, ona yetiştiğinde General durdu.
“Sadece yaralı.” dedi.
“Onu da taşıyabilirim.”
“Bu bir emirdir! Sadece yaralı.”
Acı içinde inleyen General, kollarını uzatarak Ordi’nin cansız vücudunu Maxim’in omzundan aldı. Ağırlık onun için çok fazlaydı ve bedeni yere koydu.
“Sadece yaralı.” Sesi çok derinden geliyordu. “Gidelim!
Acele et!”
“Neredeyiz?” diye sordu Memo. “Orada kim var? Neredeyiz?” Maxim General’e yol gösteriyordu: “Kemerime tutun!” Koşmaya başladılar.