Memo, bir çığlık attı ve kendini kaybetti. Başı sağa sola yalpalıyor, kolları sallanıyor, bacaklarıysa Maxim’in sırtına vuruyordu. Yüksek sesle soluk alan General, Maxim’in kemerine tutunmuş, onu yakından takip ediyordu.
Ormana doğru koştular. Islak dallar suratlarına vuruyordu.
Ağaçlardan kaçınarak, aniden yollarında bitiveren kütüklerin üzerinden atlayarak ilerliyorlardı. Bu iş Maxim’in beklediğinden de zordu. Berbat bir durumda olduğunu fark etti. Hava da çok kötüydü. Doğru giden hiçbir şey yok, diye düşündü. Tüm bu pislik ona gereksiz ve saçma gibi gözüküyordu. Arkalarında kan izleri ve kırık dallar bırakıyorlardı.
Yolun çoktan çevrildiğine ve av köpeklerinin bir an önce saldırmak için tasmalarından kurtulmak istediklerine emindi.
Yüzbaşı Chachu’ysa elinde tabancasıyla emirler yağdırıyor, içe basan ayaklarıyla yolda koşuyor olmalıydı. Chachu ormana ilk dalan kişi olacaktı. Arkalarında bıraktıkları sersem devrilmiş kuleyi, kül olmuş lejyonerleri ve ölmüş üç dostunu bulacaklardı. Maxim’in yanındakilerse yan ölü, canlı kurtulma şansı çok düşük olan iki yaralı adamdı. Hepsi aptal, anlamsız, kirli ve paslı bir kule içindi. Kim böyle bir durumda kendini iyi hissedebilirdi ki?
“Böylesine aptal bir işin içine bir daha asla girmeyeceğim” diye düşündü. “Onlara hayır diyeceğim. İşe yaramaz, paslı, çelikten bir direk için dökülen bu kadar kan, aptalca harcanan gencecik hayatlar… Sadece birkaç gün insanca yaşamak için çılgınca feda edilen bir ömür… Ve kurşunlarla sonlanan bir aşk… Siz, hayatta kalmaktan söz ediyorsunuz. Eğer istediğiniz buysa neden ölmeyi, bu kadar ucuzca hayatlarınızı yitirmeyi seçiyorsunuz? Massaraksh! Pekâlâ, onların ölmesine izin vermeyeceğim! Nasıl bir dangalağım ben! Böyle bir şeyi nasıl yaptım? Böyle bir şeyi yapmalarına nasıl izin verdim?” Kollarının arasında General’i, omzunda ise Memo’yu taşıyordu. Şose yola ulaştığında etrafına bakındı. Shorty ıslak ve korkmuş bir şekilde ona doğru koşuyordu.
“Hepsi bu mu?” Korkmuştu. Maxim’se onun bu tepkisinden memnundu.
Yaralıları taşıyarak Memo’yu motosikletin sepetine yerleştirdiler. Ardından Maxim, General’i arka koltuğa yerleştirip onu Shorty’ye kemerle bağladı. Orman sessizdi; ancak Maxim bu sessizliğe aldanmadı.
“Gidin” dedi. “Beklemeyin. Kaçın.”
“Biliyorum.” diye kısaca cevapladı Shorty “Ya sen?”
“Onların dikkatini üzerine çekmeye çalışacağım. Merak etme. Kaçabilirim.”
“Ümitsiz bir durum” dedi Shorty üzüntüyle. Marşa bastı ve motorsikleti gürüldedi. “Kuleyi uçurdun mu?”
“Evet” diye cevapladı Maxim ve Shorty süratle uzaklaştı.
Artık yalnızdı. Birkaç saniye hareketsiz durdu ve tekrar ormanın içine daldı.
İlk boşlukta ceketini yırtıp çalılara fırlattı. Çabucak şose yola dönüp olabildiğince hızlı şehre doğru koştu. Bir ara durup el bombalarını kemerinden ayırıp onları yola fırlattı.
Yolun diğer tarafından ilk gördüğü çalılıklara yöneldi. Elinden geldiği kadar fazla dal kırmaya çalıştı ve çalılıkların arkasında mendilini bıraktı. Daha sonra ormanın içinden yoluna devam etti. Sabit bir hız tutturarak on ya da on beş mil koşacaktı.
Güneybatı doğrultusunda koşmaya özen gösteriyor, önüne çıkan engellerden uzak durmaya çalışıyordu. İki terk edilmiş şose yolu geride bıraktı. Bunlardan biri de 11 numaralı yoldu.
Buradan geçerken havlama sesleri duymuştu. “Yoksa bunlar beni aramaya gelen lejyonerlerin av köpekleri mi? diye düşündü. Emin olmalıydı ve izini kaybettirmek için yolun etrafından dolaşmaya karar verdi. Yarım saat sonra şehre gelen malların ve diğer kargo mallarının bir arada toplandığı depoların bulunduğu bölgeye ulaştı. Ambarların arasından koşarak yoluna devam etti.
Işıklar parıldıyor, lokomotiflerin düdükleri çalıyor, insanlar bir oraya bir buraya koşuşturuyordu. Saldırı haberi henüz buraya ulaşmamış olmalıydı. Ama onu bir hırsız sanabilirlerdi.
Bu yüzden koşmak yerine yürümeyi tercih etti. Önünden bir yük treni geçiyordu ve istikameti şehirdi. “İşte bir fırsat” diye düşündü ve belirlediği kum dolu bir vagona atlayıverdi.
Maxim, tren çimento fabrikasına ulaştığında vagondan atladı.
Üzerindeki kum taneciklerini silkeledikten sonra ne yapacağını düşünmeye koyuldu. Forester’ın evi civardaki en güvenilir saklanma yeri olmasına karşın, oraya gitmek ona anlamsız geldi. Geceyi Duck Köyü’nde geçirmeyi deneyebilirdi. Fakat tehlikeli olabilirdi. Yüzbaşı Chachu o bölgeyi çok iyi tanıyordu. Bundan başka gidecek bir de Illi’nin evi vardı. Ancak ona kızının öldüğü haberini vermek Maxim’e oldukça zor geliyordu. Başka nereye gidebilirdi? Karanlık, küçük bir meyhane girdi. Han, işçilerin uğrak yeriydi. Biraz sosis yiyip, biraz da bira içti. Sırtını duvara yasladı ve uyuklamaya başladı. Hanın tüm müşterileri en az Maxim kadar yorgun ve pislik içindeydi. İşçiler, gece vardiyası bittiğinde ya da evlerine giden son tramvayı kaçırdıklarında buraya geliyorlardı.
Rada’yı düşündü. Guy operasyondaydı. “Güzel!” dedi kendi kendine. Rada, Maxim’e âşıktı. Onu sıcak karşılardı.
Yıkanmasına ve kıyafetlerini değiştirmesine de izin verirdi.
Fank’ın, Maxim’e verdiği sivil kıyafetler hâlâ Rada’nın evinde olmalıydı. Sabah olunca da diğer güvenli saklanma yerinin olduğu doğuya doğru yola çıkardı. “Buldum!” dedi ve aniden kendine geldi. Kasaya buruşuk bir banknot fırlatarak hanı terketti.
Kısa ve güvenli bir yürüyüşten sonra Rada’nın evine ulaştı.
Binanın girişinde duran adam dışında sokakta kimse yoktu.
Girişte duran adam kapıcıydı. İskemlesinde uyuyakalmıştı.
Maxim parmaklarının ucunda yürüyerek kapıcının yanından geçti, merdivenleri çıktı ve zili çaldı. İçeriden ses gelmiyordu.
Derken bir ses duydu. Heyecanlanmıştı. Bunlar ayak sesleriydi. Kapı açıldı. Rada karşısındaydı.
Rada ağlayacak gibi oldu, ama soluğu kesilmişti. Maxim’in öldüğünü sanmışlardı; fakat o eve dönmüştü. Maxim kapıyı kapattı ve sessizce içeri girdiler. Rada ağlamaya başladı.
Odada hiçbir şeyin yeri değişmemişti. Sadece küçük kanepesini göremiyordu. Guy pijamalarıyla yatağında oturuyor, şaşkınlık ve dehşet dolu gözlerle Maxim’e bakıyordu. Birkaç dakika birbirlerine baka kaldılar. Bu süre içinde Rada hâlâ ağlıyordu.
“Massaraksh!” dedi zayıf bir sesle Guy. “Yaşıyorsun!”
“Merhaba, Guy. Evde olduğuna üzgünüm, ama başına bir dert açmak istemiyorum. Bana bir süre izin ver. Sonra gideceğim.” Rada, Maxim’i kollarından kavradı: “Hayır, gitmeyeceksin! Bir yere gidemezsin. Ona izin ver Guy… Eğer sen, gidersen ben de seninle gelirim!” Guy battaniyeyi fırlatarak yatağından sıçradı, ve Maxim’in yanına yürüdü. Omzuna ve kirli ellerine dokundu.
İnanamamıştı. Yüzünü ovuşturdu ve Maxim’in elindeki kir onun yüzüne de bulaştı.
“İmkânsız! İnanamıyorum! Pes ediyorum” dedi. “Yaşıyorsun. Nereden geldin? Rada, zırlamayı kes! Yaralı mısın?
Berbat görünüyorsun. Üzerindeki kanda neyin nesi?”
“Benim kanım değil.”
“Pes ediyorum” diye tekrarladı Guy. “Ama gerçekten hayattasın! Rada, biraz çay yap! Hayır, yaşlı adamı uyandır ve ondan biraz viski işte.”
“Dikkatli ol” diye uyardı onu Maxim. “Ses çıkarma. Beni arıyorlar.”
“Kim? Neden? Saçmalık bu. Rada, kıyafetlerini değiştirmesine yardımcı ol. Gel, Mac, otur şöyle. Belki de uzanmak istersin? Ne oldu? Nasıl oldu da hayattasın?”