Выбрать главу

Başka şansı olmadığını anlayan Maxim, üzerine mantarları geçirdiği dalı uzattı, daha açık bir şekilde gülümsedi ve iyice anlaşılır bir şekilde konuşmaya başladı.

“Barış! Her şey yolunda, tamam mı?”

Pencerenin arkasındaki kasvetli yüz bu selamlamaya uzun ve anlaşılmaz bir cümleyle cevap verdi. Dışarıdan gelen seslerden, kuru ince dalların ateşte yanıp yamulduğu anlaşılıyordu. Mavi gözlü kızıl sakallı, hırpani yaratık konuşurken Maxim’e sanki geçitteki demir ejderhayı hatırlatan tıngırtılar çıkarıyordu.

“Evet” diye onayladı Maxim. “Dünya! Uzay!” diye he-celemeye başladı. Ağacın dalıyla gökyüzünü işaret etti. Kızılsakal ona itaat ederek yukarı baktı. “Maxim” dedi göğsüne vurarak.

“Maxim! Benim adım Maxim! Maxim.”

“Mac Sim” diye haykırdı kızıl sakal. Konuşurken metalik sesler çıkarıyordu.

Bakışları sanki Maxim’e yapışmıştı. “Mac Sim” diye birkaç kez gürlemeye benzer bir sesle tekrar etti. Neşeli karakteri ürkütücü bir şekilde ve ona kederli hecelerle cevap veriyordu.

Kızılsakalın mavi gözleri ve sararmış dişlerle kaplı ağzı genişçe açıldı ve bir kahkaha patlattı. Besbelli ortada komik bir şeyler vardı. Ama Maxim bunu kavrayamamıştı. Gülmekten sıkılan kızılsakal bir eliyle gözünden akan yaşları silip, diğer elindeki ölüm tehditleri savuran silahını indirdi ve Maxim’e dışarı çıkmasını işaret etti.

Maxim memnuniyetle bunu yerine getirdi. Verandaya çıktıklarında Maxim tekrar Kızılsakal’a şişlenmiş mantarları uzattı.

Kızılsakal dala geçirilmiş mantarları tutup dikkatle inceledi, onları kokladı ve yere fırlattı.

“Hayır” diye çıkıştı Maxim “Bu iyi!”

Eğilip dalı tekrar eline aldı. Kızılsakal karşı çıkmadı, fakat Maxim’in sırtına hafifçe vurup onu yine hafifçe ateşe doğru itekledi. Bu sırada Maxim ateşin diğer ucundaki yerliye bakıyordu: Bir ayağı çıplaktı ve ayak parmaklarını sürekli oynatıyordu. Beş değil altı parmağı vardı!

II

Guy pencere kenarındaki sıranın köşesine oturdu, kolunun kenarıyla beresindeki rozeti parlattı. Bu sırada Onbaşı Varibobu çalışma talimatlarını hazırlıyordu. Onbaşı, başını eğmiş, gözlerini faltaşı gibi açmış, sol eliyle tuttuğu kırmızı kenarlı forma bakıyordu. Eliyle kaliprafik yazıyı takip etti. “Ne el yazısı ama!” diye düşündü. Guy kıskanarak. “Mürekkebe bulanmış yaşlı bunak, 20 yıldır lejyonda ve hâlâ sadece önemsiz bir kâtip. Şu gözlere bak: Sanki yuvalarından fırlayacak; tugayın gururuyum diye bağırıyor.. Ya mürekkebe bulanmış şu dili, bir karış dışarıda duruyor. Birlikte çok zaman geçirdik Varibobu. Seni bir daha göremeyeceğim. Seni gidi çıkarcı, sahtekâr herif! Ayrılacağıma üzgünüm. Gerçekten iyi subaylar da buraya geldiler.

Üstlendiğimiz görev faydalı ve çok önemliydi.” Guy burnunu çekti ve pencereden dışarı baktı.

Dışarısı rüzgârlıydı. Geniş ve boş sokağın altıgen kaldırımları üzerinde beyazımsı bir toz tabakası oluşmuştu.

Birbirine benzer binaların bembeyaz parıldayan duvarları, mühendis ve yönetici personeli barındırıyordu.

Oldukça toplu, iri cüsseli bir kadın olan Bayan Idoya pencerenin önünden geçti. Bir eliyle kendini toz bulutundan korurken, diğeriyle eteğini tutuyordu. “Cesur kadın” diye düşündü Guy. Çocuklarını toplayıp tugay komutanı olan kocasının peşine takılıp bu tehlikeli yere gelecek kadar…

Karargahın önündeki acemi er iyi ütülenmiş bir trençkot giymiş, kulaklarını kapatarak etrafa silahını gösteriyordu. Bu sırada yoldan eğitime gelen iki kamyon dolusu er geçti.

Muhtemelen atış talimine gidiyorlardı. “Pekâlâ çavuş, göster onlara! Kafanızı dışarı sarkıtmayın! Burada görülecek bir şey yok!” diye mırıldandı Guy kendi kendine “Nerede olduğunuzu zannediyorsunuz. Mağazalarla dolu bir ana caddede mi?”

“Soyadın nasıl yazılıyor?” diye sordu Varibobu “G-a-l?”

“Hayır. Gaal. G-a-a-1.”

“Çok kötü” dedi Varibobu kalemini yalayarak.

“Gal, tek satıra sığıyordu.”

“Sığmasa ne olur ki.” dedi Guy kendi kendine. “Satırdan tasarruf etmen sana bir şey kazandırmaz. Bu sersem onbaşı ha?

Daha düğmelerini bile parlatamayan bir onbaşı! Çift şeridi var, ama doğru dürüst ateş edemiyor bile! Lanet olsun, bunu herkes biliyor!”

Kapı bir anda açıldı ve altın rengi görevli kol bandı takmış olan Yüzbaşı Tolot uzun adımlarla odaya girdi. Guy yerinden fırladı ve Yüzbaşıyı selamladı. Varibobu ise hafifçe yerinden doğruldu, ama yazmaya devam ediyordu.

“Aha!” Yüzbaşı toz maskesini suratından tiksinerek çıkardı.

“Er Gaal. Evet biliyorum. Bizden ayrılıyorsun. Çok kötü. Ama senin adına sevinçliyim. Umarım başkentte de büyük bir özveriyle hizmet edersin.”

“Evet, yüzbaşım. Bundan emin olabilirsiniz.” Guy Yüzbaşı Tolot’a hayrandı. Eski bir lise öğretmeni olan Tolot eğitimli bir subaydı. Yüzbaşı onu özel olarak seçmişti.

“Oturabilirsin, er” Yüzbaşı masasının başına geçip sandalyesine oturmadan birkaç kâğıdı inceledi ve telefona uzandı. Gaal hâlâ ayaktaydı.

Guy kibarca pencereye doğru döndü.

Dışarıda hiçbir şey değişmemişti. Dostları, uygun adım akşam yemeğine gidiyordu, Guy üzgün bir şekilde onları izledi. Yemekhaneye girecekler ve Onbaşı Serembesh onlara şükran duası için berelerini çıkarmalarını emredecekti. Otuz boğaz hep bir ağızdan haykıracak, her zamanki gibi tencereden dumanlar yükselecek, tezgahın üzerindeki kaseler parıldayacaktı. Yaşlı Doga ödül olarak onlara bir asker ile bir aşçının benzerlikleri hakkındaki esprilerini yapacaktı. Ayrılmak zorunda olması çok kötüydü. Tamam burası tehlikeliydi, iklimi berbat, yemekler de konserveydi ama hâlâ… Burada en azından size önem verildiğini hissediyordunuz, sizsiz yapamayacaklarını… ormanın uğursuz baskısını üzerinizde taşıyor, bunu duyurmuyordunuz. Tanrım, kimbilir kaç dostu burada gömülüydü. Yerleşim alanının biraz dışında çürümüş miğferlerle kaplı bir sırık korusu uzanıyordu.

Diğer yanda başkent vardı. Buradan hiç kimse bugüne kadar oraya gönderilmemişti. Bir kere başkente gönderildiniz mi sürekli hareket halindesiniz demektir. Başkentin tören alanının yönetim merkezinden göründüğü söylenir. Böylece askerler her sıraya dizildiğinde, büyük başlar onları izleyebilirdi. Tabii her zaman da değil. Bazen rastgele birini seçip teftiş ederlerdi. Guy bir anda kendisinin grup içinden seçildiğini gözünün önüne getirip panikledi. Ayaklarını yere sürterek iki adım öne çıkar, başını eğer ve kumandanın ayaklarına bakar, o sırada da hafif makinalı tüfeğini yere düşürürdü. Lanet, seni sakar sığır. Bununla da kalmaz beresi kafasından tanrı bilir nereye uçardı. “Off!” Guy derin bir nefes alıp etrafına kaçamak bakışlar fırlattı. İçinden “Tanrı korusun!” diyordu. Evet, işte başkent, senin için. Her şey seni izleyen gözlerin kontrolünde. “Oh, tamam boşver. Orada görev yapan başka insanlar da var.” Dahası kızkardeşim Rada ve tarih öncesi kemikleri ve yaşlı kaplumbağaları olan Kaan Amca da orada yaşıyor. Lanet olsun! İkisini de ne çok özledim!” Dışarı tekrar baktı ve ağzı bir karış açıldı. İki adam ofise doğru ilerliyordu. Biri 114. Lağım Taburu’ndan, kızılsakallı Zefti. Onu tanırdı. Ormandaki yollan temizleyerek hayatını sürdürüyordu bu lanetlenmiş adam. Fakat diğerini tanımıyordu. Aptal görünüşlüydü. Onun önce degen olduğunu sandı. “Fakat o zaman Zef onu neden karargâha getirsindi ki.