Koca tankın çamurlu arka kısmı yalpalaya yalpalaya ilerlerken, demirden zırhının paslanmış parçalan titriyordu.
Zef, reaktöre zarar vermek istemediğinden pedala dikkatle basarak motora gaz verdi. Verdiği gaz canavarın kaslarını, güç kaynağını ve sinir devrelerini harekete geçirdi. Canavar, metalik soluğuyla beraber sıcak beyaz dumanlar çıkararak sonsuza kadar sustu. Ama hâlâ silahlarla donatılmış kötü kalbinde yaşam kıpırtısı vardı. Hayatta kalmayı başarabilmiş bazı sinir devreleri hâlâ rastgele sinyaller gönderiyorlardı. Acil durum düğmeleri kendi kendilerine açılıp kapanıyor, canavar köpük kusuyor, cansız titriyor, hâlâ yaşayan tırtıllı lastikleriyle toprağı tırmalıyordu. Kafesli roket fırlatıcı tüp, ölmekte olan içindeki ejderhanın üzerinde, ezilmiş bir yabanarısının belini oynatması gibi bir yükseliyor bir düşüyordu. Zef, canavarın ölüm sancılarını birkaç saniye izledikten sonra dönerek ormana doğru yürüdü. Bir el bombası fırlatıcısını kayışından tutuyordu. Maxim ve Vepr onu takip etti. Sessiz bir açıklığa ulaştıklarında Zef in daha önceden belirlediği orman içindeki açıklığa ulaştılar. Hepsi yere çöktü.
“Sigara molası” dedi Zef.
Tek kollu Vepr bir sigara sarıp ona ateşini verdi ve daha sonra kendi sigarasını yaktı. Maxim, eli çenesinde uzanarak seyrek ağaçların arasından ölmekte olan demir ejderhayı seyretti. Tekerleri, kederli bir biçimde ahenksiz sesler çıkarıyordu. Bir ıslık sesiyle beraber parçalanmış bağırsak-larından radyoaktif duman fışkırıyordu.
“Şimdi, tam söylediğim gibi hareket edeceksiniz” dedi Zef onlara ders verircesine.
“Eğer öyle yapmazsanız, kulaklarınızı koparırım.”
“Neden?” diye sordu Maxim. “Aracı durdurmaya çalıştım.”
“Çünkü” diye söze başladı Zef. “Bir el bombası roket fırlatıcısından içeri girebilir ve hepimiz ölürüz.”
“Lastiğe nişan almıştım.”
“Arka tarafa nişan almalısın.” Zef derin bir nefes aldı.
“Genelde bu işte yeni olanlar ilk hareketi yapmazlar. Ben sana söyleyene kadar bir şey yapma. Yeterince açık mı?”
“Evet.”
Ne Zefin açıklamasının önemli noktaları ne de Zefin kendisi Maxim’i ilgilendirmiyordu. Ama Vepr bunlara önem veriyordu. Takma kolunu harap bir maden dedektörü kutusunda saklayan Vepr, kayıtsız sessizliğini sürdürüyordu.
Hiçbir şey değişmemişti ve Mac hâlâ huzursuzdu.
Bir hafta önce mahkûmlar barakaların önünde dizilmişler, Zef de Maxim’i 104. Lağım Ünitesi’ne alınmak üzere seçmişti. Maxim çok sevinmişti. Parlayan kızıl sakallı Zefi hemen tanımış, Zef de onu hemen fark etmişti. Hem de çizgili mahkûm elbiseleri içindeki boğucu suçlu kalabalığı içinde kimse birbirini umursamazken…
Dahası Maxim, bir zamanlar seçkin bir psikiyatrisi olan eğitimli zeki Allu Zef in de bir şekilde yeraltıyla ilgisi olduğuna inanıyordu. Fakat o, mahkûm araçlarına tıkılan yarı suçlu ayaktakımından farklıydı. Buna inanmak için birçok nedeni vardı. Zef onu barakalara götürüp Vepr’in yanındaki ranzayı ona gösterdiğinde, Maxim geleceğinin şekillendiğini fark etmişti. Ancak kısa sürede yanıldığını anladı. Vepr konuşmayı reddetmişti. Maxim ona grubun kaderi kulenin yok edilmesinden ve davadan söz ettiğinde, o anlatılanları boş boş dinlerdi. “Bazen her şey değişir” diye mırıldanır, esneyerek yatağına giderdi. Maxim tüm bunlar yüzünden hayal kırıklığına uğramıştı.
Daha sonra Zef ranzasına çıkardı. “Her tarafım kızlarla dolu” diye Maxim’e bağırır, Maxim’i zıvanadan çıkarmamaya dikkat ederek arsız ve kaba bir şekilde onunla uğraşır, ondan gruptaki diğerlerinin isimlerini ve grupla ilgili bilgi isterdi.
Belki bir zamanlar seçkin bir bilim adamıydı belki de yeraltının bir üyesiydi; ama o gece Maxim, Zef in işini bilen bir provokatör olduğunu düşünmüştü. Uyumadan önce sanki yapacak başka bir şeyi yokmuş gibi aralarına yeni katılan biriyle uğraşıp durmuştu. Maxim güçlükle onu başından savmış, aradan uzun süre geçtikten sonra Zef hiçbir şey olmamış gibi horlayarak uyumaya başlamıştı. Maxim, yatağına uzanmış ama uyuyamamıştı. Bu gezegendeki olayların ve insanların kendisine nasıl ihanet ettiğini düşünmüştü.
Sinirleri çok gergindi. Davayı hatırladı. Grubun kuleye saldırmasından önce oradakiler hazırlıklarını çoktan yapmış olmalıydı. Adi bir muhbirin ihbarlarını hatırladı. Bu herif kesinlikle grup hakkında her şeyi biliyordu. Belki de grubun bir üyesiydi. Saldırı sırasında kuleden çekilen görüntüler ve ekranda kendisini gördüğünde ne kadar utandığı aklına geldi.
Hafif makinalı tüfeğiyle kuledeki projektörlere, daha doğrusu dehşet dolu bir oyunun aktörlerini aydınlatan sahne ışıklarına ateş ediyordu. Şimdiyse sıkıca mühürlenmiş barakalarda, kimi mahkûmlar uzak köşede birbirlerine küfrederek bağırıp kâğıt oynarken, diğerleri de boğucu, leş gibi kokan ve haşarat kaynayan bu yerde uyuyamadıklarından çıldırıyorlardı.
Ertesi gün hâlâ kendini kötü hissediyordu. Bu sefer ormandaydı. Her taraf çelik yığınlarıyla kaplıydı ve adım atmak imkânsızdı. Ölü, paslanmış, her an öldürmeye hazır çelik yığınları gizlenmiş, size nişan almışlardı. Etrafta dolaşıyor, harap yollar boyunca ilerliyorlardı. Topraktan ve çimenlerden pas kokusu, duman duman tütüyordu. Yerdeki çukurlar radyoaktif su birikintileriyle doluydu. Kuşlarsa şarkı söylemek yerine can çekişiyorcasına boğuk çığlıklar atıyorlardı. Etrafta hiç hayvan yoktu. Tüm ormana sessizlik hakimdi. Gri küller dallarda anafor oluşturmuşlardı. Sert esen rüzgârın içinden bitkin motorların kükremesi yükseliyordu.
Böyle sürüp gitmişti. Gündüz-gece, gündüz-gece. Gündüzleri ormanda çalışıyorlardı. Burası gerçek bir ormandan çok silahlarla donatılmış bir bölgeydi. Her yer askeri cihazlar, zırhlı araçlar, balistik füze ve roketler, roket rampaları, alev püskürtücüler ve zehirli gaz püskürtücülerle doluydu. Tüm silahlar otomatik itici sistemle donatılmıştı. Savaş biteli yirmi yıl olmuştu; fakat silahlar hâlâ yerlerinde, gereksiz mekanik yaşamlarını sürdürüyorlardı. Amaçları nişan olarak hedefe kitlenip kurşun püskürtmekti. Ve ateşle gelen ölüm… Her şey ezilmeli, yakılmalı ve yeni radyasyon kulelerine yer açmak için yok edilmeliydi. Geceleriyse Vepr her zamanki sessizliğini koruyor, Zef aptallık ve şaşırtıcı kurnaz çeviklik arasında gidip gelerek Maxim’e sorular soruyor, ona bir türlü rahat vermiyordu. Hepsi bu değildi. Berbat yemekler yemek zorunda kalıyor, mahkûmların garip şarkılarını dinliyor ve lejyonerlerin onları dövmesine tanık oluyordu. Ormandaki barakalardakiler, günde iki kere, radyasyon saldırıları yüzünden acılar içinde kıvranıyordu. Kaçmaya çalışanların ölü bedenleri rüzgârla dar ağaçlarında sallanıyordu. Gündüz ve gece, gündüz ve gece. Sanki ölüm kampı Auschwitz’deydi.
“Faşizm” diye düşündü.
“Neden tankı durdurdun?” diye sordu birdenbire Vepr.
Maxim dikkat kesildi. Bu Vepr’in ona sorduğu ilk soruydu.
“Yapısını incelemek istedim.”
“Kaçmayı mı planlıyorsun.”
Maxim, Zefe uzun uzun baktıktan sonra. “Elbette hayır.
Sadece meraklı biriyim” dedi.
“Neden askeri silahlarla bu kadar ilgileniyorsun? Sanki kızıl sakallı provokatör orada değilmiş gibi konuşuyordu.
“Oh, bilemiyorum. Şahsen pek emin değilim. Bunun gi bi tanklardan daha var mı?”
“İçi salaklarla dolu başka birçok makine daha var.” Zef izin almadan lafa atlamıştı. “Kaç tane salağın kaçmayı denediğini hayal bile edemezsin. Tanka binip boş boş dolaştıktan sonra nihayet vazgeçerler. Senin gibi lanet olası ahmaklardan biri kendini havaya uçurdu.”