“Merak etme, ben kendimi uçurmam” dedi Maxim soğuk bir tavırla “Bu makineler o kadar da karmaşık değil.”
“Yine soruyorum. Neden onlarla bu kadar ilgilisin” dedi Vepr. Sırt üstü uzandı. Sigara içiyor, izmariti protez parmakları arasında tutuyordu. “Bir tanesini arakladın. Ya sonra?”
“Köprüye doğru kaçacak” dedi Zef alaylı bir şekilde gülerek.
“Neden olmasın?” dedi Maxim. Zef, onu her seferinde bozuyordu. Ona karşı nasıl bir tavır takınmalıydı? Belki de Zef gerçekten provokatör değildi. Massaraksh, neden ona bu kadar zorluk çektiriyorlardı?
“Köprüye ulaşman imkânsız” dedi Vepr. “Seni delikli peynire çevirirler. Başarsan da köprüde yolunu keserler.”
“Ya nehir?”
“Nehir radyasyonlu.” Zef tükürdü ve devam etti. “Eğer temiz olsaydı, oradan tanklarla geçmek zorunda kalmazdık.
Yani yüzerek herhangi bir yere ulaşabilirsin. Nehir kıyısı korunmuyor.” Tekrar tükürdü. “Eğer temiz olsaydı, korunurdu.
Genç adam, çılgın fikirlerini unut. Burdan bir yere gidemezsin. Buraya yerleş ve işlerin nasıl yürüdüğünü öğren.
Böylece uğraşacak çok şeyin olur. Eğer büyüklerini dinlemezsen, yarına kadar bile yaşayamazsın.”
“Kaçmak pek de zor olmaz” dedi Maxim. “Şu an bile kaçabilirim.”
“Kendini bir bok sanıyorsun, değil mi?”
“Dalga geçmeye devam mı edeceksin yoksa ciddi mi olacağız.” Maxim bu uyarıyı Vepr’e yapmıştı. Zef tekrar sözünü kesti: “Sana ne yapacağımı söyleyeyim.” Yerinden doğruldu ve konuşmasını sürdürdü. “Kalkıp payıma düşen yemeği alacağım. Aksi halde yiyecek bir şey bulamayacağız. Gidelim.” En önde, ağaçların arasında paytak paytak yürüyordu.
Maxim Vepr’e sordu: “Gerçekten de yeraltının bir üyesi mi?”
Vepr ona dik dik baktı: “Neden söz ediyorsun? Nasıl yeraltının üyesi olabilir ki?”
İzlediği yolu takip etmeye çalışarak Zefin arkasından yürüyorlardı. Maxim arkadan yetişerek.
“Peki o neden burada?” diye sordu.
“Kırmızı ışıkta karşıdan karşıya geçtiği için.” Maxim yine tüm konuşma arzusunu yitirmişti.
Zef onlara durmalarını söylediğinde yüz adımdan daha az yol kat etmişlerdi. Çalışma zamanıydı. “Aşağıya!” diye bağırdı Zef; şimdi pisliğin içindeydiler. Hemen önlerinde uzun ince bir silah namlusu gibi dimdik duran heybetli ağaç gıcırdayarak nişan alırmışçasına bir o yana bir bu yana sallandı. Vızıltı sesini takip eden çıtırdamayla ağaç, sarı bir toz bulutu kaldırarak yıkıldı. “Öldü… İşi bitti” diye haykırdı Zef, işini yapmanın hazzıyla. Yerinden doğruldu ve pantolonundaki tozu silkeledi. Ağacın hakkından gelmişlerdi.
Sıra mayın tarlasını temizlemeye gelmişti ki, ateş etmeye hazır bir makinalı tüfeğin konuşlandırıldığı bir tepeciğe vardılar. Uzun süre buna anlam veremediler ve dikenli tellerle çevrili alana daldılar. Güçlükle burayı aştıklarında, üzerlerine tepeden ateş açıldı ve çevrelerindeki her şey patlamaya ve yanmaya başladı.
Maxim endişelenmişti. Vepr ise sakindi ve yüz üstü yere uzandı. Bu sırada Zef el bombası fırlatıcısını ateşliyordu.
“Acele edin. Beni izleyin” diye bağırdı ve onu takip ettiler.
Henüz terk ettikleri noktayı şimdi ateşler sarmıştı. Zef Maxim’in anlayamadığı bir şeyler söylüyor, büyük ihtimalle küfür ediyordu. Vepr ise kendi kendine kıkır kıkır gülüyordu.
Sık ağaçlarla kaplı alana geldiklerinde, ansızın ileriden bir düdük sesi duydular. Düdük sesiyle, ağaç dallarından üzerlerine yeşilimsi zehir bulutu hücüm etti. Tekrar koşarak çalılıklara ulaşmaları gerekiyordu. Zef, Maxim’in anlayamadığı kelimeleri tekrarladı. Vepr biraz rahatsızlanmış görünüyordu.
Bitkin düşen Zef sonunda durmalarını emretti. Bir ateş yaktılar. Takımın en genci olan Maxim’e yemeği hazırlama görevi düşüyordu. Konserve çorbayı bir kaba koyup ısıttı.
Perişan ve berbat görünen Zef ve Vepr yere uzandı. Vepr gerçekten de bitkin görünüyordu. Genç bir adam değildi ve diğerlerinin hayatlarında gördükleri zorluklar, Vepr’inkilerle karşılaştırılamazdılar bile “Çok saçma. Bu kadar çok silahımız olmasına karşın savaşı kaybetmeyi nasıl başardık” diye sordu Maxim.
‘“Nasıl başardık’ demekle neyi kastediyorsun?” dedi Vepr.
“Kimse savaşı kazanmadı. Kârlı çıkan sadece Yaratıcılar’dır.”
“Maalesef bunu anlayabilen fazla kişi yok.” Maxim çorbayı karıştırdı.
“Bu tip konuşmalara alışık değilim.” dedi Zef. “Burada alabileceğiniz tek cevap ‘Kapa çeneni, mahkûm. Üçe kadar sayıyorum’dur. Hey, evlat adın neydi?”
“Maxim.”
“Pekâlâ, sen; Mac, çorbayı karıştırmaya devam et ve parçacıkların dibine yapışmadığından emin ol.”
Maxim, Zef daha fazla açlığa dayanamayıp çorbayı içmenin zamanının geldiğini söyleyene dek karıştırmaya devam etti. Çorbayı sessizlik içinde içtiler. Maxim, diğerlerinin tavırlarındaki değişikliği sezmişti. Yavaş yavaş güvenlerini kazanıyordu. Yemekten sonra Vepr olduğu yerde uzanıp gökyüzünü seyretmeye koyuldu. Bu sırada Zef kendi kendine söylenip çorba kabının dibini bir parça ekmek kabuğuyla sıyırıyordu.
“Bir şeyler vurmalıyız” diye söylendi. “Yediklerim dişimin kovuğuna bile girmedi ve hâlâ hiçbir şey yememiş gibi kurtlar kadar açım.”
Maxim onlarla bulundukları bölgede avlanmaktan söz eder gibi olduysa da kimse onu umursamadı. Vepr gözleri kapalı uzanmış, görünüşe bakılırsa uyuyakalmıştı. Zef Maxim’in görüşlerini dinledikten sonra homurdanmaya başladı.
“Avlanmak mı? Burada mı? Çevremizdeki her şey pislik içinde ve radyoaktif.” Sonra o da Vepr gibi gerindi ve yere uzandı.
Maxim iç çekti. İçinde çorba pişirdiği kabı alarak ırmağın kıyısına yürüdü. Su berraktı. Temiz ve tatlı görünüyordu ve Maxim’i onu içmeye davet ediyordu. Elini suya daldırarak bir avuç su aldı. Ancak suyu ne içebilir ne de kabı yıkayabilirdi.
Irmak fark edilir derecede radyasyonluydu. Maxim çömelerek kabı yere koydu ve düşüncelere daldı.
Nedendir bilinmez, düşünceleri Rada üzerinde yoğunlaşmıştı. Her yemekten sonra tabakları kendisi yıkar ve Maxim’in yardımını reddederdi. Bunun sebebi de bulaşık yıkamanın bir kadın işi olduğu gibi saçma bir fikre sahip oluşuydu. Rada’nın kendisine âşık olduğunu hatırlayarak gururlandı. Onu seven ilk kadın Rada’ydı. Ona özlem duya-rak, bu gezegenin Rada için uygun olmadığını düşündü.
Ayrıca birçok insan için de burası uygun değildi. Binlerce insan… “Hayır onlar insan olamaz” diye düşündü. Binlerce robot buraya bölgeyi temizlemeye gönderilmeliydi. Yoksa tüm-orman ve içindeki her şey yok olup gidecekti. Yeni bir tür ortaya çıkmalıydı. İster zeki ister hilkat garibesi olsun, saf yeni bir tür. Eğer hilkat garibesi olacaksa da, insan tarafından yaratılmamalı, tersine doğal bir tür olmalıydı. Böylesi daha iyiydi.
Ömür boyu bu bölgeye sürgüne gönderildiğini hatırlayarak, onu buraya gönderen yargıçların ne kadar da saf olduğunu düşündü. Maxim’in bu lanet yerde sonsuza kadar gönüllü olarak kalmasını beklemişler ve ondan bunun için yemin etmesini bile talep etmemişlerdi. Daha da ötesi ormanda radyasyon kuleleri ağı yapımına yardımcı olacağını düşünmüşlerdi. Yolda mahkûm arabasındayken ormanın yüzlerce mil güneye uzandığını ve çölün askeri gereç çöplüğü haline geldiğini duymuştu. “Massaraksh, bir gün bir kuleyi devireceğim, ertesi gün de başka kulelerin yapımı için onlara yol açacağım. Oh, hayır, böyle bir yerde daha fazla kalamam.