“Bu senin fikrin. Burasının ‘Kale’ olduğunu düşünürsek, efsaneye göre Kale’de ya garnizonun hayatta kalan askerleri yaşar ya da… Garnizon hâlâ burada, bilirsin, savaşın bitmesini umursamıyorlar. Savaş sırasında tarafsız olduklarını ilan ederek kendilerini buraya kitlemiş, eğer biri bile Kale’ye yaklaşırsa tüm kıtayı uçuracaklarına yemin etmişler.
“Yapabilirler mi?”
“Eğer burası Kale’yse, her şeyi yapabilirler. Evet, kesinlikle yapabilirler. Yer üstündeki patlamalar ve silah sesleri yüzünden, büyük ihtimalle hâlâ savaşın sürdüğüne inanıyorlar. Bir Prens ya da Dük tarafından kumanda ediliyorlar. Onlarla tanışıp konuşmak isterim.” Maxim tekrar sesleri dinledi. “Hayır, bu sesler ne Prens’e ne de Dük’e ait. Bir çeşit hayvana benziyor, belki de…”
“Belki de ne?”
“Dediklerini hatırla ‘Ya garnizonun hayatta kalan askerleri ya da…”
“Evet öyle dedim. Ama bunlar saçmalık, kocakarı hikâyeleri. Gidip şuraya bir göz atalım.” Zef el bombası fırlatıcısını doldurarak sırtına astı ve el feneriyle önünü aydınlatarak yürümeye koyuldu. Maxim Zef’in yanından yürüyordu. Koridorda bir süre dolandıktan sonra duvarın dibine gelip sağa döndüler.
Maxim Zef i uyardı: “Çok gürültü yapıyorsun. Burada bir şeyler dönüyor, sense yüksek sesle nefes alıp veriyorsun.
“Ne yapmamı bekliyorsun. Soluk almayayım mı?” Zef, Maxim’e kızmış, dik dik bakıyordu.
“Ve senin şu el fenerin… Beni rahatsız ediyor.”
“Seni rahatsız ediyorum ha! Karanlık olduğunu görmüyor musun?”
“Karanlıkta görebilirim” dedi Maxim. “Senin şu fenerin karanlıkta görmemi engelliyor. Bırak da önce yürüyeyim. Sen burada kal, aksi halde hiçbir şey bulamayız.” Zef tereddütle: “Pekâlâ… Rahatına bak” dedi.
Maxim, titreyen ışığın etkisinden kurtulmak için gözlerini kıstı. Eğilerek duvar kenarından olabildiğince sessiz yürümeye başladı. Gizemli yaratık yakınlarda bir yerlerdeydi ve Maxim her adımda ona yaklaşıyordu. Koridor hiç bitmeyecek gibi görünüyordu. Sağ tarafında kilitli çelik kapılar uzanıyor, yürüdüğü yerde üzerine doğru gelen hava akımı vardı. Hava nemliydi ve küfle karışık tanımlayamadığı başka bir koku etrafı sarmıştı. Bu koku belli belirsizdi ama ılık ve canlıydı. Zef, Maxim’in arkasında dikkatle ama hışırtı çıkararak ilerliyordu. Rahatsız görünüyordu. Yalnız kalmaktan korkmuş, Maxim’i izlemeye karar vermişti. Maxim onu görünce kendi kendine güldü. Bir salise için dikkati dağılınca gizemli yaratık gözden kayboldu. Daha önce yaratık önünde, hatta neredeyse yanındaydı, derken bir anda gözden kaybolup, hemen arkasında belirmişti.
Maxim Zef’e seslendi.
“Evet!” dedi Zef.
Maxim garip yaratığın, aralarında durduğunu düşünerek, Zefin sesinin geldiği yere başını çevirdi ve onu uyardı.
“O aramızda. Ateş etme!”
“Tamam” dedi Zef. “Hiçbir şey göremiyorum. Neye benziyor?”
“Bilmiyorum. Yumuşak bir şey.”
“Bir hayvan mı?”
“Pek hayvana benzemiyor.”
“Karanlıkta görebildiğini söylemiştim.”
“Gözlerimle değil” dedi Maxim. “Sus!”
“Gözlerinle değil mi?” diye mırıldandı Zef.
Yaratık bir süre hareketsiz durdu. Sonra koridoru aşarak, gözden kayboldu. Kısa bir süre sonra hemen ileride yukarıda tekrar belirdi. Maxim. “Yaratığın merak duygusu uyandı” diye düşündü. Kendini zorlayıp gizemli yaratıkla telepatik bağlantı kurmaya çalıştı. Ancak bir şey onu engelliyordu. Büyük ihtimalle engel, yaratığın insansı zekası ile yarıhayvansal bedeninin uyumsuz kombinasyonundan kaynaklanıyordu.
Tekrar ileri doğru yavaşça ilerledi. Yaratık geri çekilip aralarındaki sabit uzaklığı korumaya çalıştı.
“Yeni bir şey var mı?” diye sordu Zef.
“Yok. Ya bizi bir yere götürüyor ya da tuzağa sürüklüyor.”
“Onu yakalayabilir miyiz?”
“Bize saldırmayacak. Sadece en az bizim kadar meraklı.”
Birbirleriyle konuşmayı kestiler; çünkü Maxim koridorun bittiğini hissetmişti. Geniş bir odanın tam ortasındaydı. O kadar karanlıktı ki Maxim hiçbir şey seçemiyor, sadece metalin ve yüksek voltajın varlığını hissedebiliyordu.
Düğmenin yerini saptamadan birkaç saniye hareketsiz durdu.
Düğmeye basmak için uzandığı sırada yaratık tekrar gözüktü.
Bu sefer yaratığın yanında kendisine benzeyen fakat tıpkısı olmayan başka bir yaratık vardı. İki yaratık, Maxim’in yakınındaki duvarın hemen yanında dikildiler. Maxim, yaratıkların hızlı soluk alışlarını duyabiliyordu. Zıplayarak daha da yaklaşabileceklerini düşünerek hareket etmedi. Ama yaklaşmadılar. Tüm gücüyle göz bebeklerini kasarak düğmeye basmayı başardı.
Görünüşe bakılırsa devrede bir arıza vardı. Işıklar bir saniye parıldadıktan sonra, sigortaların çatırdadığını duydu ve ışıklar sönüverdi. Buna rağmen Maxim, bir an için yaratıkları görmeyi başarmıştı. Kısa boyluydular; yaklaşık olarak büyük bir köpeğin boyutlarındaydılar ve dört ayak üzerinde duruyorlardı. Ağır, koca kafalı yaratıkların vücutları koyu renk yünle kaplaydı. Maxim, yaratıkların gözlerine bakacak zamanı bulamamıştı.
Yaratıklar o kadar çabuk gözden kayboldular ki, sanki hiç orada bulunmamışlardı.
“Neler oluyor?” diye sordu Zef telaş içinde. “Deminki ışıltı neydi?”
“Işığı açtım.” diye cevapladı Maxim. “Buraya gel.”
“Yaratık nerede? Onu görebildi mi?”
“Pek gördüğüm söylenemez. Hayvana — koca kafalı köpeklere benziyorlar.” Fenerinden çıkan ışık duvara yansıyıp Zefle beraber ilerliyordu. Zef, yürürken aynı zamanda da konuşuyordu. “Ah, köpekler. Ormanda böyle hayvanların yaşadığını biliyorum.
Canlılarından hiç görmedim, sadece ölü bedenlerini buldum.”
Maxim kendinden pek de emin olmayarak: “Hayır.” dedi. “Onlar hayvan değil.”
“Onlar hayvan, tamam mı?” Zefin sesi kemerlerin arasında yankılanıyordu. “Boşu boşuna korkmuşuz. Önce onların vampir olduğunu sanmıştım. Massaraksh! Evet, burası Kale!”
Odanın ortasında durarak elindeki sopayla duvardaki tozları temizledi. Kadranlar ve anahtar tablosu, cam, nikel ve aşınmış plastik parçalarıyla parıldıyordu.
“Tebrikler, Mac. Onu bulduk. İnanmamakla ne kadar aptallık etmişim. Aptal. Hey, bu da ne? Bir elektronik beyin.
Oh, lanet, keşke Blackmith burada olsaydı! Dinle böyle işlerden anlar mısın?”
“Tam olarak neden söz ediyorsun?” Maxim Zefin yanına yürüdü.
“Mekanik işlerden söz ediyorum. Bu bir kontrol paneli. Eğer üstesinden gelirsen, tüm bölge bizim olur! Yer üstündeki tüm silahlar buradan kontrol ediliyor. Massaraksh, şunu bir çalıştırsak.
Maxim Zefin fenerini alarak yere koydu ve ışığın tüm odaya yayılmasını sağladı. Yıllardır el değmemiş oda tozla kaplanmıştı. Odanın köşesindeki masada bir çatal ve çürümüş bir kâğıt yaprağının üzerinde kirli, kararmış bir tabak vardı. Maxim kontrol paneline baktı. Kontrol kolunu kullanarak eski elektronik aleti çalıştırmaya çalıştı. Kontrol kolu elinden kayıverdi.
“Her şeyin buradan idare edilebileceğine şüpheliyim.
Öncelikle tüm yapısı çok basit. Daha çok yeraltı kontrol istasyonlarından birinin gözetleme merkezine benziyor. Sanırım tüm aletler yardımcı donanım öğeleri. Bilgisayar çok güçsüz. Bir düzine tankı bile kontrol edemez. Tüm sistem çökmüş. Bir elektrik devresi var; ancak akım normalin altında.