Выбрать главу

Neden bir anda bunu anlasınlar ki? Sizi parçalara ayırırlar.

Bununla birlikte onlar kulelerin anti-balistik füze ağı olduğunu sanıyor.” Zef tuhaf bir şekilde gülerek sordu: “Onların ne olduklarını sanıyorsun?”

“Oh, tabii ki, biliyorum. Bana anlatmışlardı.”

“Kim anlattı?”

“Doktor ve General. Bu bir sır değil, değil mi?” Vepr yumuşak bir sesle: “Belki de bu konuda bu kadar konuşma yeterli” dedi.

“Neden yeterli olsun ki?” diye cevapladı Zef yumuşakça.

Konuşması daha kibar bir hâl almıştı. “Doğruyu söyle, Vepr.

Gerçekten yeterli mi? Bu konu hakkında ne düşündüğümü biliyorsun. Neden burada olduğumu, neden rolümü oynadığımı, hayatımın kalan zamanında burada kalacağımı da biliyorsun. Öyleyse neden yeterli olsun ki? Sen de ben de bunun bina çatılarından haykırılarak söylenmesini istiyoruz, ama iş harekete gelince bir anda disiplini hatırlayıp büyük liderlerimizin elinde uslu çocuklara dönüyoruz. İşte sana olağanüstü liberaller ve aydınlanmanın anıtları. Şimdi de önümüzde bu çocuk var. Nasıl biri olduğunu görebilirsin.

Böyle insanlar söyleyeceğim şeyi bilmemeli mi?”

“Belki de tam da bilmemesi gerekenlerdir” diye cevapladı Vepr yine aynı sakin ses tonuyla.

Şaşkına dönmüş olan Maxim, bir Vepr’e bir Zef’e bakıyordu. Bir anda ikisi de bitkin düşmüş gözüktüler ve suratlarını aynı ifade kapladı. Maxim artık karşısında o cesur Vepr’i göremiyordu. Karşısındaki sanki savcıya ve kalın kafalı mahkemeye kafa tutan adam değildi. Zef’in de pervasız kabalığı yok olmuştu. İkisine de şimdi hakim olan duygular hüzün, gizlenmiş hayal kırıklığı, derin bir acı hissi ve boyun eğmeydi. Sanki ansızın bir şey hatırlamışlardı. Ve bu unutmaları gereken, unutmak için yoğun çaba harcadıkları bir şeydi.

“Ona anlatmaya çalışıyorum” dedi Zef, Vepr’den izin ya da tavsiye almadan. Vepr sessiz kaldı ve Zef hikâyeyi anlatmaya koyuldu.

Anlattıkları akıl almazdı. Akıl almazlık tüm hikâyenin içine işlemişti ve hiçbir şüpheye yer vermiyordu. Zef yumuşakça, sakince, kusursuz bir dille anlatıyor, Vepr’in ekleyeceği bir şey olduğunda kibarca konuşmasına ara veriyordu. Maxim ise bu dünyanın yeni sureti karşısında şaşkına dönmüş, kendini ne kadar zorlamış, anlatılanlarda bir açık bulmaya çalışmıştı. Fakat boşunaydı. Ortaya çıkan resim uyumlu, ilkel ve umutsuzca mantıklıydı. Maxim’in bildiği tüm olgularla örtüşüyor ve açıklanmamış hiçbir nokta bırakmıyordu. Anlatılanlar neredeyse Maxim’in bu yaşanabilir adadaki en korkutucu keşfiydi.

Kuleler sadece degenler için tasarlanmıştı. Radyasyon saldırıları gezegendeki tüm insanların sinir sistemini etkili-yordu. Psikolojik mekanizması bilinmemesine rağmen, esas olarak, bireyin radyasyona maruz kalmış beyni gerçeği eleştirel olarak çözümleme yeteneğini yitiriyordu. Düşünen insan, inanan insana dönüştürülmüş, gözünün önündeki kanıtlara rağmen safça ve fanatikçe inanan biri haline gelmişti. En basit propaganda teknikleri bile radyasyon alanındaki herhangi birini ikna edebiliyor ve seve seve kendisine sunulanı parlak ve tek gerçek, hatta uğruna gönüllü olarak acılar içinde yaşayıp ölebileceği gerçek olarak kabul edebiliyordu.

Radyoaktif alan her yerdeydi. Görünmezdi, her zaman hazır ve nazırdı ve her yeri kaplıyordu. Devâsâ kule şebekesi, her yere radyasyon yayarak tüm ülkeyi ağına düşür-müştü. Tüm Güçlü Yaratıcılar söz ve eylemleri hakkında şüpheleri olabilecek on milyonlarca ruhu arındırıyordu.

Yaratıcılar milyonların aklını ve enerjisini kontrol ediyorlardı.

Tiksinti veren şiddet ve vahşet dolu fikirlerini insanlara aşılamışlar, böylece milyonları topların ve makinalı tüfeklerin önüne atıyor ve kendi istedikleri herhangi bir şey adına savaşmak zorunda bırakıyorlardı. Evet yapabiliyorlardı.

Saçma arzular onları zorlar, kitlesel bir salgın halinde intiharlara yol açar mıydı? Hayır. Hiçbir şey kontrollerinin dışında değildi.

Sabah onda ve akşam onda olmak üzere günde iki kez, şebeke tam kapasiteyle çalışıyor, yarım saat süreyle insanlar, tüm insanlıklarını yitiriyorlardı. Gerçekte inandıkları ve inanmaya zorlandıkları arasındaki boşlukların yol açtığı bilinçaltlarındaki gizli baskı ani krizler ve çılgın coşkuyla açığa çıkıyor, tutkulu, kölelere özgü bir kendinden geçmeyle açığa çıkıyordu. Radyasyon saldırıları doğal refleks ve güdüleri tamamen bastırıp onları hayali davranış kalıpları bileşimiyle değiştiriyordu. Bu kalıplar Yaratıcılar’ın eserlerini içeriyordu. Radyasyona maruz kalmış birey düşünme yetisini kaybedip robot gibi hareket ediyordu.

Yaratıcıların karşısındaki tek tehdit, psikolojik garipliklere sahip olan ve bu kitle hipnozuna bağışıklığı olanlardı. Onlara degen deniyordu. Sabit radyasyon alanı düşünme süreçlerine etki etmiyor, ancak saldırılar onlara korkunç acılar veriyordu.

Degenlerin genel nüfusa oranı çok düşüktü (Nüfusun yüzde biri kadar). Tek başlarına bu uyurgezerler krallığında uyanık olanlardı. Herhangi bir durumu ayık olarak değerlendirme, yaşadıkları dünyanın gerçekte ne olduğunu algılama, çevrelerine etki etme çevreyi değiştirme ve yönetme yetilerine sahiplerdi. En nefret verici nokta ise değenlerin bizzat topluma kural koyucu eliti sağlamalarıydı. Tüm Güçlü Yaratıcılar. Tüm Yaratıcılar degendi; ancak tüm değenlerin oranına göre çok az sayıdaydılar. Yönetici elite katılmayan ya da katılamayan bu kesim devlet düşmanı ilan ediliyor ve onlara gerektiği gibi davranılıyordu.

Maxim ümitsizlik içinde boğulmuştu. Yaşanabilir adası kuklalarla doluydu. Hitler’in devasa propaganda araçları bile bu radyasyon kuleleri sisteminin yanında çok ham kalıyordu.

Radyoyu kapatmayı, Goebbels’in konuşmalarını ya da gazete okumamayı seçebilirdiniz. Ama burada radyasyon alanından kaçabilmeniz imkânsızdı. Dünyamızın deneyimleri bu gezegen için rehberlik edemezdi. Bel bağlanabilecek hiçbir şey yoktu. Zef’in önemli bir bölgeyi ele geçirme planı kumardan farksızdı. Koca bir makinayla karşılaşmışlardı. Bu makine evrimsel yöntemlerle değişebiliyordu ve küçük bir güçle yok edilmek için fazla büyüktü. Bu kadar koca bir ulusu özgür kılacak bir güç ülkede yoktu. Dahası bu ulusun özgür olmadıkları konusunda hiçbir fikri yoktu. Vepr’in ifade ettiği gibi ulusu, tarihin izleyiş sürecinden sapmıştı. Bu makine içten yara almıyordu. Küçük çapta ayaklanmalar temel dengesini bozamazdı. Kısmen hasara uğrasa da, hızla yenileniyordu. Öfkelendiğinden, çabucak, bireysel unsurlarının kaderini düşünmeden tepki veriyordu.

Sadece tek ümit vardı: Makinenin bir merkezi, bir kontrol paneli ve bir beyni vardı. Teorik olarak, Merkez yok edilebilir, böylece makine düzensiz denge içinde ölüp giderdi. İşte o zaman bu dünyayı başka yollara yöneltmek ve tarihin akış sürecine tekrar sokmak için girişimde bulunulabilirdi. Ancak Merkez’in bulunduğu yer çok iyi saklanan bir sırdı. Her şeyden öte, Merkez’i kim yok edecekti? Bu bir kuleye saldırmaktan daha karmaşıktı. Böyle bir operasyon için çok paraya, dahası radyasyon bağışıklığına sahip bir orduya ihtiyaçları vardı. Evet, ya radyasyona bağışıklı bireyler ya da bağışıklığı olmayanlar için kolayca kullanılabilen koruyucu aletler gerekiyordu. Böyle bir şey ne mümkündü ne de mümkün olabilirliği ön görülebiliyordu. Yüzbinlerce degen ya oraya buraya dağılmış, ya bir yerlere saklanmış ya da mahkûm edilmişti. Birçoğu yasal degenler diye anılan kategoriye giriyordu. Onlar birleştirilip silahlandırılsalar bile, Yaratıcılar onların üzerine mobil radyasyon yayıcıları gönderip küçük ordularını darmadağın ederdi.