Выбрать главу

Zef hikâyeyi bitirene kadar ortama sessizlik hakimdi.

Maxim orada oturmaya devam ediyor, başını eğmiş ince bir dalla simsiyah kuru toprağı eşeliyordu. Derken Zef öksürüp kaba bir şekilde “Evet, işte işler böyle yürüyor,” dedi.

“Neye güveniyorsun?” diye sordu Maxim.

Zef ve Vepr sessiz kaldı. Maxim başını kaldırarak mırıldanan suratlarını gördü. “Üzgünüm. Ben… şey… Üzgünüm.”

“Savaşmalıyız” dedi Vepr kararlı bir sesle.” Savaşıyoruz ve savaşmaya da devam edeceğiz. Zef, sana kurmayların stratejilerinden birini ana hatlarıyla çizdi. Başka planlar da vardı; fakat çok eleştiri aldıklarından hiç denenmediler. Çok yeni bir hareket olduğumuzu anlamalısın.”

“Anlat” dedi Maxim yavaşça “bu radyasyon… dünyanızdaki tüm uluslarda aynı etkiye mi yol açıyor?” Vepr ve Zef birbirlerine baktılar.

“Anlayamadım” dedi Vepr.

“Kafamı kurcalayan şey bu. Bana benzeyen birkaç bir insana sahip başka ülkeler var mı?”

“Pek sanmıyorum” dedi Zef. “Şu mutantlar hariç. Massarakh, kızma, Mac, ama sen kesinlikle bir mutantsın. Şanslı bir mutasyon. Bu ancak milyonda bir olur.”

“Kızmıyorum. Yani mutantlar var. Ormanın derinliklerinde mi?”

“Evet’ dedi Vepr. Dikkatle Maxim’e bakıyordu.

“Kesin olarak ne diyorsun? Ormandan daha ileride bir şeyler var mı?”

“Orman ve sonra çöl geliyor.”

“Ya mutantlar?”

“Evet, yarı hayvansı, çılgın vahşiler. Dinle, Mac, unut bunu gitsin.”

“Onlardan hiç gördün mü?”

“Sadece ölü olanlardan. Bazen ormanda yakalanırlar.

Sonra da moral artırmak için barakaların önünde asılırlar.”

“Fakat neden?”

“Aptal!” diye haykırdı Zef. “Onlar hayvan! Onlar tedavi edilemez ve hayvanlardan daha da tehlikelidirler. Kendi gözlerimle gördüm. En kötü rüyalarında bile onlara benzer şeyler görmemişsindir.”

“O zaman neden kuleler bu yöne doğru yoğunlaşıyor?

Onları evcilleştirmek mi istiyorlar?”

“Kes şunu, Mac” diye araya girdi Vepr. “Faydasız. Bizden nefret ediyorlar. Ama elinden gelenin en iyisini yap. Kimseyi tutacak değiliz.”

Konuşmayı kesip oldukları yerde oturdular. Derken tanıdık bir kükreme ormanın derinliklerinde duyuldu. Zef hafifçe yerinden doğruldu. “Roket tankı. İşini bitirecek miyiz? Çok uzakta değil. 18. çeyrek dairede. Hayır, yarına kadar bekleyelim.”

Maxim ansızın bir karar verdi. “Onunla ilgileneceğim. Geri dönün, size yetişirim.” Zef ona aptal aptal baktı. “Başarabilir misin? Yeterince tecrüben yok ve tankın içinde kavrulabilirsin.”

“Mac” dedi Vepr. “Düşün!”

Zef Maxim’e bakarak gülümsedi.

“Oh ho, şimdi neden tanka ihtiyacın olduğunu anladım! Bu çocuk aptal değil! Hayır, beni kandıramazsın. Tamam, devam et, kararını değiştirirsin diye senin için biraz yemek ayırırım.

Şunu hatırla ki, birçok kendinden hareketli tank mayınlarla donatılmıştır. Yani dikkatli ol. Gidelim, Vepr. İsterse bize yetişir.”

Vepr bir şey daha söyleyecekti ki, Maxim o sırada çoktan doğrulup çalılıklara doğru yürümeye koyulmuştu. Koltuğuna el bombası fırlatıcısını sıkıştırmış, arkasına bile bakmadan hızla yürüyordu. Bir karara vardığından kendini rahat hissediyordu. Önündeki görev, kendi başına verdiği bir karardı ve her şey ona bağlıydı.

XIV

Sabaha doğru Maxim, kendinden hareketli tankı anayola döndürdü ve tankın burnunu güneye doğru çevirdi. Daha fazla ilerleyebilirdi. Fakat onun yerine kontrol kompartıma-nından çıkıp kırık kaldırıma atladı ve yolun kenarına oturup kirli ellerini çimlerle sildi. Hemen yanında paslı canavar, roketinin sivri ucunu karanlık ve kasvetli gökyüzüne doğrultarak huzur içinde gurulduyordu.

Tüm gece çabalamasına rağmen, yorgun değildi. Gezegen yerlileri iyi iş becermişlerdi. Tank iyi durumdaydı.

Mayınlanmamıştı ve Maxim, manuel kontrolleri bulduğuna şaşırmıştı. Biri böyle bir tankla havaya uçmuşsa, bu ya eskimiş reaktör ya da sürücünün teknik yetersizliğinden kaynaklanmış olmalıydı. Doğru, reaktör sadece yüzde yirmi kapasiteyle çalışıyordu ve şasisi oldukça yıpranmıştı. Ancak Maxim tüm bunlara rağmen durumdan tatmin olmuş gözüküyordu. Çünkü karşılaştığı şey tüm beklentilerini aşmıştı.

Saat neredeyse altıyı bulmuştu ve hava biraz aydınlanmıştı. Mahkûmların sıralara dizilip aceleyle yemek yedikten sonra işe koyuldukları saatti. Şüphesiz, yokluğu bu andan itibaren anlaşılmış olmalıydı, muhtemelen idam mahkumu bir kaçak olarak anılacaktı. Belki de Zef onun için bir mazeret uydurabilirdi. Yani bileği burkulmuş ya da kötü bir yara almış olabilirdi.

Orman sessizdi. Birbirlerini çağıran “köpeklerin” sesleri gece boyunca yankılanmış, şimdiyse sesler kesilmişti. Büyük ihtimalle yeraltı dünyalarına dönmüşlerdi. Herhalde pençelerini birbirlerine neşe içinde sürterek, bir önceki gün gördükleri iki ayaklı yaratıklardan ne kadar korktuklarını birbirlerine anımsatıyorlardı. Bu köpekler araştırılmalıydı ama şu an için onları geride bırakmalıydı. Köpeklerin radyasyona karşı bağışıklıklarının olup olmadığını merak etti. “Garip yaratıklar” diye düşündü.

Gece boyunca, tankın motoruyla uğraşırken, iki tanesi onu çalılıkların ardından izlemişti. Daha sonra bir üçüncü gelip Maxim’i daha iyi görebilmek için ağaca tırmanmıştı. Motor kapağından başını çıkararak, ona el sallamış ve heyecan içinde dün koro halinde söyledikleri dört heceli kelimeyi sayıklamıştı. Yaratık üçlüsü dehşete düşmüş, gözleri parıldamış, tüyleri diken diken bir halde hakarete benzer sesler çıkarmışlardı. Çalılıkların ardındaki ikili bu feverandan şaşkına dönmüş, hızla uzaklaşıp, geri dönmemişlerdi.

Ağaçtan Maxim’e hakaretler yağdıran yaratık da uzun bir süre orada durmuş bir türlü sakinleşememişti. Tıslayıp, tükürmüş, tehditkâr jestler yapmış, dahası saldıracakmışçasına beyaz dişlerini göstermişti. Orayı terk ettiğinde ise neredeyse sabah olmuştu. Yaratık, Maxim’in kendisini onurlu bir dövüşe çağıran meydan okumalarına aldırış etmediğini anlamış ve gitmişti. İnsani mantığa göre pek de zeki sayılmazlardı; ancak ilginç yaratıklardı. Muhtemelen bir çeşit sosyal organizasyonları vardı. Her şeyden önce bir Dük tarafından kumanda edilen Kule’deki askerî garnizonu idare ediyorlardı.

Onlar hakkındaki bilgiler çok zayıftı, sadece söylentiler ve efsaneler mevcuttu. “Oh, harika sıcak suyla dolu bir küvet ne iyi olur” diye düşündü. Derisi kavrulmuştu; çünkü reaktörde sızıntı vardı. Eğer Zef ve Vepr de onunla gelmiş olsalardı, reaktöre üç ya da dört levha daha siper etmesi ve zırhı kenarlarından bükmesi gerekecekti.

Ormanın içinden, uzaklarda bir yerlerden bir gümbürtü duyuldu. Lağımcılar işe koyulmuşlardı. İşleri büsbütün saçmalıktı. Sonra bir gümbürtü daha. Uzun süre devam eden makinalı tüfek ateşi ve tekrar sessizlik… Berrak ve parlak bir gündü. Bulutsuz gökyüzü parlak, süt beyazı rengindeydi.

Yolun beton kısmı çiyle parlıyordu; ancak tankı çevreleyen zemin kuruydu. Belli ki zırhı sağlıksız bir sıcaklık yayıyordu.

Birdenbire yolun kıyısındaki çalılıkların arasında Zef ve Vepr belirdi. Tankı fark ettiklerinde hızla koşarak Maxim’in yanına geldiler. Maxim onları karşılamak üzere yerinden doğruldu.

“Hayattasın” dedi Zef ve Maxim’i selamladı. “Şaşırmadım.

Sana biraz ekmek getirdim. Çabucak ye şunları!”