Выбрать главу

“Teşekkürler.” Maxim Zef’ten kalın ekmek dilimini aldı.

Vepr, mayın dedektörüne dayanarak ayakta Maxim’i izlemeye koyuldu.

“Ağzındakini çabuk yut ve yola koyul, Mac” dedi Zef.

“Senin için buraya geri döndüler.”

“Kim” Maxim ağzındakini çiğnemeyi kesti.

“Ayrıntıları bilmiyoruz. Ama tüm vücudu sivilcelerle kaplı gerizekâlımn biri avazı çıktığı kadar bağırıyordu. Sanırım senin neden dönmediğini merak ediyordu. Neredeyse vuruluyordum. Ben de ona dik dik bakıp senin mayın tarla-sında öldüğünü ve cesedinin bulunamadığını rapor ettim.” Zef tankın etrafında şöyle bir döndü. “Ne şans ama!”

Yerine oturarak bir sigara sardı.

“Garip” dedi Maxim ekmeğinden bir parça ısırarak. “Neden daha derin araştırma yapma gereğini duydular?”

“Fank olmasın?” diye sordu Vepr alçak bir sesle.

“Fank? Şu orta boylu, karemsi suratlı, pul pul soyulan cildi olan herif mi?”

“Tam olarak değil!” dedi Zef. “Fank, şu sivilceyle kaplı uzun boylu herif. Gerçek bir embesil — şu Lejyon!”

“O, Fank değil.”

“Belki de Fank emir veriyor?” diye sordu Vepr.

Maxim omuz silkerek son kalan ekmek kabuğunu da ağzına tıkıştırdı.

“Bilmiyorum” dedi. “Fank’in bir şekilde yeraltıyla bağlantısı olduğunu düşünürdüm, ama şimdi ne düşüneceğimi bilmiyorum.”

“Bence buradan uzaklaşsan iyi olur” dedi Vepr. “Doğrusunu söylemem gerekirse hangisinin daha kötü olduğunu bilemiyorum; mutantlar mı yoksa şu Lejyon bürokratı mı?”

“Pekâlâ, bırak gitsin” dedi Zef. “Nasılsa senin için haberci olarak çalışmayacak. Fakat bu şekilde en azından bi-ze biraz bilgiyle geri dönebilir. Tabii eğer hayatta kalırsa.

“Sanırım benimle gelmiyorsunuz.”

Vepr başını sallayarak “Hayır. İyi şanslar” dedi.

“Şu roketten kurtul” diye önerdi Zef. “Yoksa kendi kendini havaya uçuracaksın. Şimdi, durum şu: Önünde iki uç karakolu daha var. Kolayca önlerinden geçip gidebilirsiniz.

Karakollar güneye bakar. Daha ilerlersen durumun daha da kötüleştiğini göreceksin. Orada radyasyon çok yüksek, yiyecek hiçbir şey yok ve mutantlar var. Daha da ilerisi kumla kaplı ve hiç su bulamazsın.”

“Teşekkürle.” dedi Maxim. “Hoşçakalın.”

Tankın lastik tırtılına bastı, kapağı savurarak açtı ve sıcak, yarı karanlığın içine doğru tırmandı. Tam motoru ça-lıştırıyordu ki, bir soru daha sorması gerektiğini hatırladı.

Başını dışarı çıkardı.

“Neden kulelerin gerçek amacı yeraltındaki aşağı tabaka gruptan saklanıyor?” Zef kaşlarını çatarak tükürdü. Vepr üzüntülü bir şekilde Mac’in sorusunu cevapladı. “Çünkü kurmayların büyük bir kısmı iktidara sahip olmayı amaçlıyor. İktidara sahip olunca da kuleleri aynı şekilde kişisel çıkarları için kullanacaklar.”

Birkaç saniye birbirlerinin gözlerinin içine baktılar. Zef sırtını dönerek dikkatle sigarasının kâğıdını yalayıp yapıştırdı. “Umarım başarırsınız” dedi Maxim motoru çalıştırarak.

Kükreyen ve takırdayan tankın, paletleri çatırdadı ve tank ilerlemeye başladı.

Tankı sürmek zordu. Sürücü için koltuk yoktu. Maxim’in oturmak için gece topladığı ağaç dalları ve çimen çabucak dağılıp kırılıyordu. Görüş kötü olduğundan, tankı hızlandıramıyordu. Saatte 20 mil hıza çıktığında tankın motorunda bir şey guruldayıp etrafa yanmış yağ püskürtüyordu. Yine de tankın değişik zeminlere uyumu mükemmeldi.

Yol ya da toprak fark etmiyordu. Rahatça çalılıkları yarıp dar tekerlek izlerinin üzerinden geçerek yere yıkılmış ağaçları sürükleyerek ilerliyordu. Parçalanmış kaldırım taşları arasında büyüyen körpe ağaç fidanlarını umursamadan, siyah suyla dolu derin oyukların üzerinden neşe içinde horuldayarak geçiyordu. Rotasına sadık ilerliyordu ve onu yolundan döndürmek çok zordu.

Yol neredeyse dümdüzdü ve sürücü kompartımanı sıcak ve kirliydi. Manuel gaz pedalını ayarlayarak dışarı tırmandı ve kapağın kenarına, roketin kafesle çevrili dayanağının altına rahatça yerleşti. Fank sanki programlandığı rotadaymış gibi ilerliyordu. Canavarın davranışlarında basit ve kendini beğenmiş bir şeyler vardı. Makinelere âşık olan Maxim, tankın zırhına şefkatle hafifçe vurdu.

Ah, hayat memnuniyet verici olabilirdi! Sağında ve solunda orman uzanıyor, tankın motoru gurulduyordu. Yukarıdaki radyasyon önemsenecek düzeyde değildi ve hafif, temiz rüzgâr sıcak tenine değiyor, kendini nispeten iyi hissetmesini sağlıyordu. Maxim başını kaldırıp roketin sallanan burnuna baktı. Bundan kurtulmalıydı; çünkü fazla ağırlık yapıyordu.

Hayır patlamazdı; çünkü uzun zamandır etkisizdi. Maxim onu dün gece kontrol etmişti. Ancak neredeyse on ton ağırlığındaydı ve onu beraberinde götürmenin bir anlamı yoktu.

Tank ilerlerken, Maxim roketin dayanağına tırmandı ve roketin sökme mekanizması olup olmadığına baktı. Onu bulmuştu ama mekanizma kötü şekilde paslanmıştı. Üzerinde bir süre çalışması gerekiyordu. Maxim aletle uğraşırken, tank yoldan iki kez çıkarak öfkeyle kükreyip ağaçları devirdi. Her seferinde Maxim kontrol bölümüne aceleyle gidip, çılgın demir yığınını sakinleştirmeye çalışmış, onu tekrar yola sokmuştu. En sonunda sökme mekanizmasını tamir etti.

Böylece roket ağır ağır dönerek yola çarptı, hantalca yuvarlanarak kanalizasyon hendeğinin içine düştü. Tank artık daha rahat ilerliyordu. Bu sırada Maxim ilk uç karakolunu gördü.

Ormanın kıyısında iki büyük çadır ve bir karavan duruyordu. Çayırdaki mutfağın üzerinden dumanlar döne döne yükseliyordu. Bellerine kadar çıplak iki lejyoner yıkanıyordu.

Biri, yemek kabıyla, diğerinin başından aşağı su döküyordu.

Siyah pelerinli nöbetçi yolun tam ortasında durup, tanka bakıyordu. Maxim sağına baktığında, birbirine bir direkle bağlı iki sütun gördü. Neredeyse yere degen beyaz uzun bir şey de bu direklere asılmıştı. Maxim sürücü kompartımanına dönerek çizgili mahkûm giysisinin görülmesini engelledi ve kafasını kapaktan dışarı çıkardı. Nöbetçi tanka bakarak esnerken kafasını omzuna doğru çekti ve etrafa boş boş bakınarak gözleri karavanı aradı. Yarı çıplak lejyonerler yıkanmayı keserek tanka baktılar. Tankın guruldaması birkaç kişinin daha dikkatini çekmişti ve çadırlarından ve karavandan fırlamışlardı. Biri subay üniforması giymişti. Şaşırmışlar, fakat alarm konumuna geçmemişlerdi. Subay tankı parmağıyla işaret edip bir şeyler söyledi ve herkes kahkahayla güldü.

Maxim nöbetçiye ulaştığında, nöbetçi haykırarak bir şeyler söyledi; fakat sözleri motorun gürültüsünde boğuldu. Maxim bağırarak ona cevap verdi. “Her şey yolunda. Olduğun yerde kal!” Nöbetçi subayı da gürültüden Maxim’in ne dediğini anlamamıştı; ancak suratındaki ifadeden durumdan tatmin ol-duğu anlaşılıyordu. Tanka el sallayarak yolun ortasındaki yerine döndü. Her şey yolunda gidiyordu.

Maxim başını çevirerek yakın mesafeden direkte neyin sallandığını gördü. Bir an için o şeye baktı ve çabucak yerine oturdu. Kaşlarını çatarak kontrol kollarına sarıldı. “Oh, Tanrım, hiç bakmamalıydım. Kafamı çevirmemi ne sağladı ki!

Hiç bakmadan ilerlemeye devam etseydim, hiçbir şey bilmeyecektim” dedi kendi kendine. Gözlerini açmak için kendini zorladı. “Lanet olsun, bununla yüzleşmeliyim! Buna alışmalıyım. Artık bu görevi üstlendim ve artık geriye dönmeye hakkım yok. Bir mutant olmalı, ölüm bile bir insanı böyle kötü şekle sokamaz. Yaşamın kendisi bunu yapabilir ve bunu bana da yapacak. Böyle bir şeyden kaçamam, alışmak zorundayım. Belki de önümde darağaçlarıyla dolu yüzlerce millik yol var.” Kafasını yeniden kapaktan dışarı çıkarıp geriye baktığında, ne karakol ne de yoldaki yalnız darağaçları görülebiliyordu. Keşke şu an evine dönebilseydi! Tankı sürmeye devam eder ve yolun sonunda da evine ulaşırdı, annebabasına ve arkadaşlarına… Sabah uyanır, duş alır ve kahvaltıda da yaşanabilir ada hakkında gördüğü kâbusu anla-tırdı. Dünyayı gözünün önüne getirmeye çalıştı, ama yapa-madı. Evrende düzenli, neşeli şehirlere, milyarlarca iyi, zeki insana sahip ve her yerinde karşılıklı güven ortamı bulunan bir yeri tasavvur etmek tüm hayal gücünü aşıyordu. “Evet, bir iş arıyordun” diye düşündü. “İşte al sana iş. Zor, kirli bir iş ama bundan daha önemlisini bulabileceğinden şüphe ederim.”