Выбрать главу

“Yemek ister misin?”

Maxim rahatlamıştı. “Evet.”

“Ateş etmeyeceksin, değil mi?”

“Hayır.” Maxim gülümsedi. “Söz veriyorum.”

XV

Guy el yapımı, kaba saba iskemleye oturarak silahını temizlemeye koyuldu. Saat neredeyse 10:45’ti, dünya, gözünde gri ve renksiz, soğuk ve mutsuz, mahzun ve acı doluydu. Ne düşünmek ne görmek ne de duymak için arzusu kalmıştı.

Hatta ve hatta uyumak bile içinden gelmiyordu. Tek istediği başını masaya uzatıp ölmekti. Camsız pencereli oda küçüktü.

Yıkıntılarla dolu, vahşi çalılıklarla çevrilmiş, pas renkli ve geniş bir çöplüğe bakıyordu. Duvar kâğıtları, ya ısıdan ya da eskimekten, kupkuru olmuş ve kıvrılmıştı. Zemindeki parke solmuş ve odanın köşesindeki bölümü yanarak kıvrım kıvrım olmuştu. Odada geniş çerçeveli fotoğraftan başka önceki sahibine ait bir şey yoktu. Fotoğrafa dikkatli bakınca yaşlıca bir adam görülebiliyordu. Garip bir şekilde vücudunun yan kısımları yanık olan yaşlı adam, teneke tabağa benzer gülünç bir şapka giymişti.

Guy etrafını görmek bile istemiyor, evsiz bir köpek gibi ulumak istiyordu. Ancak Maxim ona kesin emirler veriyordu.

“Temizle şu silahı!” Sonra da masaya yumruğunu vurarak Guy’a bağırıyordu. “Her zaman berbat hislere kapılıveriyorsun. Şimdi otur ve şu silahı temizle.” Böylece Guy, silahı temizlemek zorunda kalıyordu.

Mac değişmemişti. Yaptıkları Mac için olmasaydı, uzun zaman önce öylece uzanıp ölmeyi yeğlerdi. Mac’e yalvarmıştı.

“Tanrı aşkına, beni yalnız bırakma. Benimle kal ve beni iyileştir.” Mac onu reddetmişti. Artık Guy, kendi kendini iyileştirmeliydi. Ona hastalığının ölümcül olmadığı konusunda güvence vermişti. Guy’ın hastalığı geçecekti, ama bunun için mücadele etmeli ve onunla kendi başa çıkabilmeliydi.”

“Pekâlâ” diye düşündü Guy ruhsuz bir şekilde “Yapacağım.

Hastalıkla başa çıkacağım. Evet Mac hâlâ aynıydı. O ne normal bir insan ne bir Yaratıcı ne de Tanrı’ydı. Mac, Guy’a öğütler vermişti: “İyileş ve kızgınlığını hisset! Şu berbat hisler geldiğinde, onların kaynağını, kimin sana onları aşıladığını ve nedenini hatırla. Çılgına dön ve nefretine sarıl. Yakında bu nefrete ihtiyacın olacak. Yalnız değilsin, Guy. Senin gibi zehirlenerek aptala dönmüş kırk milyon insan daha var.”

Massaraksh, tüm hayatı her zaman nerede duracağını bildiği orduda geçmişti. Orada her şey çok basit, herkes bir aradaydı. O zamanlar diğerlerine benzemekten memnuniyet duyardı. Ansızın Mac çıkageldi. Kariyerini berbat edip, tam anlamıyla Guy’ı ordudan koparıp, onun için anlamsız olan başka bir hayata sürüklemişti. Massaraksh, artık kendi kendine düşünmeli, kendi kararlarını vermeli ve her şeyi kendi başına yapmalıydı. Evet, Mac Guy’ı buralara sürüklemişti.

Şimdi de onu, ülkesini, evini ve onun için kutsal olan her şeyi yeniden gözden geçirmeye zorluyordu. Ona, nefret ve yalan dolu lağım çukurunu gösteren de Mac’ti. “Geriye bakarsın… ve, doğru, güzel olan küçük de olsa bir şeyler görürsün. Ya Lejyon’daki dostlarımın(!) ve benim davranışlarım. Ne kadar da mide bulandırıcı” diye düşündü Guy.

“Ya Yüzbaşı Chachu!”

Guy kızgınlık içinde sürmeyi yerine yerleştirdi. Fakat uyuşukluk ve soğukluk yeniden vücudunu sardı ve şarjörü takmak içinden gelmedi. Kendini tamamen yitik hissetti. Eğri büğrü kapı gıcırdayarak açıldı. Ciddi görünüşlü küçük suratlı biri kafasını odaya doğru uzattı. “Kel kafalı ve alev gözlü olmasaydı, sevimli bile olabilirdi” diye düşündü Guy. Bu yan evdekilerin çocuğu Tangle’di.

“Mac Amca, bir an önce meydana gelmeni istedi! Oradaki herkes seni bekliyor.”

Somurtarak ona yan yan baktı. Küçük çocuğun çelimsiz bedeni kaba bir giysiyle kaplıydı. Anormal derecede ince, kibrit çöpünü andıran parmakları kahverengi noktalarla kaplı, yamuk bacakları dizlerin doğru şişikti. Guy Tangle’dan tiksinmesinden utanç duydu. O sadece küçük bir kız çocuğuydu, bulunduğu durum yüzünden kim onu suçlayabilirdi? Başını çevirdi ve “Gelmiyorum. Ona iyi hissetmediğimi söyle. Hastayım.” Kapı gıcırdadı ve Guy tekrar başını doğrulttuğunda küçük kız gitmişti. Öfkelenmişti, silahı yatağa fırlatarak pencere kenarına gitti ve ellerini pencereye yaslayarak dışarı baktı.

Küçük bir kız şaşırtıcı bir hızla bir zamanlar bir caddenin bulunduğu duvar kalıntıları arasından geçip gitti. Yeni yürümeyi öğrenen bir bebek birkaç adım gerisinden onu takip ediyordu. Bebek, bir an için kızın elbisesini tutuyor, sonra düşüyor, başını birkaç saniye için yukarı kaldırıp korkunç, kalın bir sesle feryat ediyordu. Guy ansızın pencereden geri çekilip başını salladı ve masaya döndü. “Üzgünüm, fakat buna alışamam. Ne kadar kötü olduğumu biliyorum. Eğer tüm bunlardan sorumlu olan kişiyle karşılaşırsam, inanın ıskalamam. Neden buna alışamıyorum? Bir ay içerisinde yüz kâbusa yetecek kadar malzeme topladım.” Çoğu mutant küçük komünler halinde yaşıyordu. Bir kısmı orada başıboş gezinerek avlanıyor, yaşayacak daha iyi yerler arıyordu. Kuzeye giden bir yol arıyorlar, ya Lejyonerlerin makinalı tüfekleriyle karşılaşıyorlar ya da korkunç bölgelerde dayanılmaz baş ağrılarıyla can veriyorlardı. Diğerleri de küçük köylerde çiftliklere yerleşmişlerdi. Savaş sırasında mutantların yaşadıkları bölgelere üç atom bombası düşmüştü. Biri şehre, diğer ikisi de ağaçları tahrip edip arkasında parıldayan pislik yığınıyla örtülü toprak bırakarak dış mahallelere atılmıştı.

Çiftliklerde yaşayanlar cılız, yozlaşmış buğday ekiyor, garip sebze bahçelerinde böğürtlen kadar küçük domatesler, domates kadar büyük böğürtlenler yetiştiriyorlardı. Dahası iştahınızı kaçıracak kadar beti benzi solgun sığırları vardı.

Mutantlar, onlar zavallı yaratıklardı. Onlara vahşi güney degenleri denir, onların haklarında her çeşit aptal hikâyeler ve efsaneler anlatılırdı. Guy’ın kendisi bile mutantlar hakkında böyle hikâyeler uydururdu. Mutantlar sessiz, hastalıklı ve şekli bozuk yaratıklardı. Sadece buradaki yaşlı halk normaldi. Ama yaşlılardan da geriye çok az kişi kalmıştı, çoğu hasta ve yakında ölmeye mahkûmdu. Çocukları ve torunları da uzun süre yaşayamamışlardı. Birçok çocuk doğurmuşlar, ancak çoğu doğum sırasında ya da bebekken ölmüştü. Hayatta kalanlar ise zayıftı ve sürekli bilinmeyen hastalıklarla boğuşuyorlardı. Sakat ya da biçimi bozuk olanlar o kadar korkunçtu ki, suratlarına bile bakamazdınız. Öte yandan hepsi zeki gibi görünüyordu. Kimse mutantların iyi, kibar, misafirperver ve barışçıl olduklarını inkâr edemezdi. Yine de Guy, onlara bakmanın imkânsız olduğunu düşünüyordu.

Maxim de önceleri mutantların garip görünüşlerinden rahatsız olmuş, ancak kısa sürede buna alışmıştı. Ne de olsa o duygularının efendisiydi.

Guy, şarjörü silahına yerleştirdi ve başı elleri arasında bulunduğu çıkmaz hakkında kafa patlatmaya başladı.

Hiç şüphesiz, bu sefer Maxim kesinlikle anlamsız bir görevi üstlenmişti. Mutantları bir araya topluyor, onları silahlandırıp Lejyon üzerine yürümeyi ve en azından Mavi Yılan Nehri’ne kadar ulaşmayı planlıyordu. “Saçmalık!” diye düşündü Guy.

Mutantlar güçlükle yürüyebiliyorlardı, bir mil yürümek bile ölmeleri için yetiyordu. Bir çuval tohum taşımak bile bazılarını öldürebilirdi. Maxim de onlarla Lejyona saldırmayı düşünüyordu! Eğitilmemiş, zayıf ve kesinlikle yetersizdiler.