Выбрать главу

Maxim mutantların şu istihbarat ajanlarını toplasa bile, tüm orduları bir yüzbaşının tarafından kolayca silinip süpürülebilirdi. Tabii ki eğer bu orduda Maxim bulunmazsa…

Öte yandan Maxim bile mutant ordusunda yer alsa, bir yüzbaşı ve onun bölüğü bu ordunun hakkından gelirdi.

“Maxim tam bir aydır, ormanın çevresinde, köyden köye, komünden komüne koşup yaşlı adamları ve nüfuzlu yurttaşları kendisine destek vermesi için ikna etmeye çalışıyordu. Ben bile aynı şeyi yapıyordum; çünkü gittiği her yere beni de sürüklüyordu. Bana hiç rahat vermedi. Yaşlı adamlar ne ona katılmayı istiyor ne de istihbarat ajanlarının ona destek vermesine izin veriyorlardı. Bu konuda tartışmak için şu anda toplanıyorlardı. Ama ben gitmiyorum” diye düşündü Guy.

Dünya şimdi gözünde daha parlaktı. Etrafına bakarak kendini o kadar da kötü hissetmediğini düşündü. Nabzı daha hızlı atmaya başladı. Bulanık beklentiler içinde harekete geçiyordu; bugünkü toplantının başarısızlıkla bitmesini ümit ediyordu. O zaman Maxim dönüp “Tamam, yeter artık.

Burada yapabileceğimiz bir şey kalmadı” diyecekti. Sonra orayı terk edip daha da güneye, çöle doğru yol alacaklardı.

Tıpkı buradakiler gibi çölde de solgun ve hastalıklı mutantlar yaşıyordu. Dahası çöldekiler biraz daha insan gibi yaşıyorlardı. Bir çeşit hükümetleri ve bir orduları bile vardı.

Belki onlarla bir ilerleme kaydedebilirlerdi. Doğru, orada her şey radyoaktifti, bir bomba ardından bir bomba daha onların üzerine düşmüş ve tüm bölgeyi kirletmişti. Guy daha önce de bu tip radyasyon yayıcı bombalardan söz edildiğini duymuştu.

Radyoaktivite aklına gelince, Guy elini kabın içine dal-dırarak sarı tabletlerden aradı. Tabletlerden iki tane yuttu ve içine saplanan yanma hissi yüzünden kıvranmaya başladı. Bu berbat şeyi yutmalıydı; çünkü bulundukları bölgede radyoaktiviteden kirlenmişti. Çölde avuç dolusu sarı tablet yutmak zorunda kalacaktı. Bu haplar olmazsa işi bitikti. Düke minnettardı; çünkü hapları ona o vermişti. Dük sıradışı biriydi.

Hiçbir şey onu rahatsız etmiyor, onun cesaretini kıramıyordu.

Böyle bir cehennemde bile insanlara yardım ediyor, onlara bakıyordu. Oradan oraya koşturuyordu, hatta ilaç üreten bir tesis bile kurmuştu.

Kapı ardına kadar açıldı. Sadece bir şort giymiş olan Maxim öfkeyle odaya daldı.

“Özür yok. Gidelim!”

“İstemiyorum. Hepsine lanet olsun! Onlara bakmak beni hasta ediyor. Yapamam.”

“Saçmalık. Onlar çok iyi insanlar ve sana büyük saygı duyuyorlar. Çocuk gibi davranmayı bırak.”

“Oh, kesinlikle! Bana saygı duyuyorlar.”

“Evet kesinlikle duyuyorlar! Biraz önce Dük bizzat senin orada kalmanı istedi. Yakında öleceğini ve yerine gerçek bir adamın geçmesini istediğini söyledi.”

“Oh, tabii ki, onun yerine geçmek ha!” diye mırıldandı Guy.

Mac’in ricalarına yenik düşmüştü.

“Bashku da başımın etini yiyip duruyor. Seninle yüz yüze konuşmaya utanıyor. Bana ‘Guy’ın burada kalmasını sağla.

O bize öğretecek, bizi koruyacak ve iyi savaşçılar eğitecek’ deyip duruyor. Boshku’nun neden söz ettiğinin farkında mısın?” Guy pes etti. “Pekâlâ, tamam. Silahını alayım mı?”

“Evet al. Anlatmayı hiç beceremezsin.” Guy silahı kolunun altına sıkıştırdı, ikisi birlikte odayı terk ettiler. Çürümüş merdivenden inip çocukların oyun oynadığı kapı kenarındaki kirli yerden geçtiler ve caddeye çıkarak meydana doğru yürüdüler. “Bomba buraya düştüğünde kaç kişi öldü acaba! Bir zamanlar buranın güzel bir şehir olduğunu söylüyorlar. Şu piçler tüm ülkeyi mahvettiler.

Sadece sakat insanları değil, benzeri görülmemiş tipte yaratıkları da öldürdüler. Tüm bunlar yalnızca burada olmadı.” Dük, savaştan önce köpeğe benzer hayvanların ormanda yaşadığından söz etmişti. Ancak onlara ne dendiğini unutmuştu. İyi huylu, zeki hayvanlardı ve onları eğitmek bir zevkti. Doğal olarak askeri amaçlar için eğitilirlerdi. Bir dilbilimci dillerini deşifre etmişti. Gerçekten de bir dilleri vardı ve bu dil bilindiğinden daha karmaşıktı. Taklit yapmayı seviyorlardı. Bu hayvanların gırtlak yapıları onlara elli ya da yetmiş kadar kelime öğretmeyi mümkün kılıyordu. Hepsi inanılmaz hayvanlardı. Onlarla arkadaş olmalıyız, derdi Dük.

Böylece birbirimize bir şeyler öğreterek yardımcı olabiliriz.

“Öldüklerini duymuşsunuzdur, fakat bu doğru değil.

Savaşmak ve askeri istihbarat için düşmanın bölgesine girebilmek için eğitildiler. Derken savaş başladı ve ne onlar ne de herhangi başka bir şey için zaman kaldı. Zamanla onlar da mutasyona uğradı ve artık vampirlerle karşı karşıyayız. Bu yaratıklar artık çok tehlikeli.” Özel Güney Bölgesi’nde onlarla savaşmak için bir emir yayımlanmıştı ve Dük açık yüreklilikle bunu onaylamıştı. “Bu bizim sonumuz.

Vampirler sonunda tüm bölgeye hakim olacaklar.”

Guy, Boshku ve avcılarının ormanda geyiği nasıl avladıklarını hatırladı. “Geyik vampirler tarafından kovalanıyordu ve vampirler bunun için savaşmaya hazırdı. Mac’in arkadaşları ne tip savaşçılardı? Eski tüfekleriyle tek atış yapıp tüfeklerini indiriyorlar, sonra da yere yatıp nasıl parçalara ayrılacaklarını görmemek için gözlerini kapatıyorlardı.

Maxim de kendinde değildi. Daha doğrusu vampirlerle dövüşmek istemiyordu. Sonra da kirli işlerini ben yapmak zorunda kaldım. Kurşunum tükendiği için tüfeğin dipçiğini kullandım. Şanslıydım; çünkü kalabalık değillerdi. Sadece altı taneydiler. İkisi öldü, biri kaçtı ve üçü de bayıldı. Onları bağlayıp şehre götürmeyi ve öldürmeyi planladık. O akşam ne göreyim? Maxim sessizce uyanıp yanlarına gitmişti. Yanlarına oturup onları okşadı, onlara masaj yapıp bağlarını çözdü.

Tabii ki aptal değildiler ve doğal olarak kaçtılar. Ona ‘Mac, neden bunu yaptın?’ diye sordum. O da ‘Bilmiyorum, ama onları öldürmenin yanlış olduğuna inanıyorum. İnsanları öldürmek ne kadar yanlışsa bu şeyleri öldürmek de o kadar yanlış. Onlar ne köpek ne de vampir.”

“Eğer vampir değilse, ne? Uçan fareler mi? Onlar ne biliyor musun? Uçan dehşet. Başka nasıl bir yaratık köyün etrafında dolaşıp çocukları çalabilir? Dahası eve bile girmiyorlar, ama hâlâ uyuklayan çocuklar onlarla gidiyor. Bunların bir çuval yalan olduğunu varsay. Ama ben kendi gözlerimle birkaç şey gördüm. Hâlâ Dük’ün bizi ‘Kale’nin en yakın girişine götürdüğü günü hatırlıyorum. Güzel, huzur dolu, yeşil çayırı ve şu tepeciği görmüştük. Tepeciğin içinde bir mağara vardı.

Mağaranın girişindeki çayırın tamamını, oraya buraya saçılmış vampir cesetleri kaplamıştı. En azından iki düzine kadarı yaralı ya da sakattı. Ama çimenlerde en ufak bir kan izi yoktu. En şaşırtıp olan şey de Maxim’in teşhisiydi. Onları inceledikten sonra onların ölmediğini, trans halinde olduklarını söylemişti. Sanki hipnotize edilmişti. Sorun bunun nasıl olduğuydu. Bulundukları yer kesinlikle esrarengiz bir yerdi. Oraya sadece gündüz gidebilirdiniz. Gündüz bile dikkatli olmalıydınız. Eğer Maxim olmasaydı, şimşek hazıyla tabanları yağlardım. Ama nereye gidebilirdim ki? Her yer ormandı ve orman şeytanî ruhlarla doluydu. Tankları da artık yoktu. Bir bataklığa batmıştı. Kendi ülkeme dönebilir miyim?

Bu yapılabilecek en doğal şey olurdu. Kendi insanlarıma dönmek… Ama onlar artık gerçekten benim insanlarım mı?

Onlar da birer hilkat garibesi ve kuklaydılar. Maxim haklıydı.

Nasıl insanlardı ki makinalarla kontrol edilebiliyorlardı? Hayır, artık onlarla bir ilgim olamaz.”