Maxim ve Guy meydana girdi. Burası ortasında bir anıtın erimiş metal kalıntıları olan bir çöplükten ibaretti. Ayakta kalabilmiş kulübeye doğru yürüdüler. Bu kulübede şehir temsilcileri toplanıp ürün ekimi veya avlanma konusundaki söylentileri birbirlerine aktarırlar ya da sadece oturup uyuklar, Dük’ün geçmiş günlerle ilgili hikâyelerini dinlerlerdi.
Diğerleri geniş ve temiz odada toplanmışlardı bile. Onlara bakmak nasıl da tiksinti vericiydi. Dük’ün bile, kesinlikle bir mutant olmamasına karşın, tipi bozuktu. Yanıklar ve yaralar suratını kaplamıştı. İçeri girip selâmlaştıktan sonra bir halka oluşturacak şekilde yere oturdular. Boshku sobanın yanında oturuyordu. Çay kabını kömürlerin üzerinden alıp herkese bir kupa sert san çaydan ikram etti. Tabii ki şekersiz… Guy kupasını eline aldı. Kupa alışılmadık şekilde güzeldi, eşsiz ve muhteşem porselenden yapılmıştı. Onu yere önüne koyup tüfeğinin dipçiğini dizlerinin arasına, zemine dayadı ve alnını girintili çıkıntılı namlusuna bastırıp diğerlerini görmemek için gözlerini kapadı.
Dük toplantıyı açtı. Eskiden ‘Kale’nin askeri baş cenahıydı.
Atom bombaları Kale’nin üzerine yağmaya başlayınca, garnizon isyan edip beyaz bayrak astı. Teslimiyeti simgeleyen beyaz bayrak yüzünden, kendi güçleri üzerlerine termonükleer bomba atmıştı. Kaleye kumanda eden gerçek Dük, kendi askerleri tarafından parçalara ayrılmıştı. Hiddet içindeki askerler tüm subayları öldürmüş, daha sonra ansızın lidersiz kaldıklarını ve liderleri olmadan birer hiç olduklarını fark etmişlerdi. Savaş daha da şiddetleniyor,hem düşman hem de müttefikleri onlara saldırıyordu. Dahası hiçbir asker tüm Kale’nin düzeninden haberdar değillerdi. Koca bir fare kapanına yakalanmışlardı. Sırada biyolojik savaş vardı.
Mikrop yayan bombalar üzerlerine yağıyordu. Sanki tüm cephaneliği onlar için harcıyorlardı ve bu arada veba salgını da baş göstermişti. Garnizonun yarısı kaçarak farklı yerlere dağılmış, kalan askerlerin dörtte üçü ölmüş, askeri baş cerrah hayatta kalanların idaresini üstlenmişti. Önceleri ona “Dük” demeleri sadece bir şakadan ibaretti; ama zamanla bu bir alışkanlık halini aldı.
“Arkadaşlar” dedi Dük. “Burada dostumuz Mac tarafından yapılan önerileri tartışmak üzere toplandık. Bunlar çok önemli öneriler. Ne kadar önemli olduklarını, Wizard’in varlığıyla bizi onurlandırıp belki de bizimle konuşabileceği ihtimaline bakıp da anlayabilirsiniz.”
Guy başını kaldırdı. Doğruydu, köşede duvara dayanmış oturan Wizard’dı. Ona bakmak her ne kadar korku verici de olsa, bir şey onu Wizard’a bakmaya itmişti. Maxim bile ürkmüş ve Guy’a “Wizard gerçekten de alışılmadık biri” demişti.
Wizard kısa boylu, tıknaz ve derli topluydu. Ayaklan ve elleri kısa ama güçlü görünümlüydü. O kadar da çirkin değildi.
Ne olursa olsun, “çirkin” kelimesi tam anlamıyla onu anlatamıyordu. Kalın, sert saçları gümüş rengi bir kürk gibi kocaman kafasını kaplamıştı. Garip şekilli dudaklarıyla ağzı, sanki onun her an dişlerinin arasından ıslık çalacağı izlenimini veriyordu. Zayıf yüzündeki gözlerinin altında torbalar vardı. Gözleriyse uzun ve dardı. Dikey göz be-bekleriyle bir yılanı andırıyordu. Seyrek olarak konuşur ve toplum içinde gözükürdü. Şehrin uzak köşesinde bir bodrumda tek başına yaşıyordu. Bununla birlikte muazzam prestijinin de keyfine varıyordu. Öncelikle, çok zeki ve bil-geydi. Yirmi yaşını geçmesine karşın şehirden dışarı adımını atmamıştı. Ne zaman bir sorun çıksa onun tavsiyelerine başvurulurdu. Kural olarak herhangi bir soruya cevap vermezdi. Sessizliği sorunun boş olduğu ve kendi kendine de tatmin edici bir şekilde çözümleneceği anlamına gelirdi. Ancak hayati bir soruya, örneğin hava durumunun neyi ne zaman ekmek gerektirdiği gibi sorulara, her zaman cevap verir ve hiç hata yapmazdı. Onu sadece şehrin yaşlıları ziyaret eder ve ziyaretleri hakkında hiç konuşmazlardı. Buna karşın şehir sakinleri Wizard’in tavsiye verirken bile ağzını açmadığı konusunda ikna olmuşlardı. Tek yaptığı onlara bakmaktı.
Sonra herkes ne yapacağını bilirdi. Dahası Wizard’in hayvanlar üzerinde olağandışı gücü vardı. Şehir sakinlerinden hiçbir zaman yiyecek ya da giyecek istememişti. Böceklerden kurbağalara kadar her çeşit hayvan, onun ihtiyaçlarını sağlardı. Baş hizmetçileri iletişim kurduğu büyük yarasalardı.
Bir söylentiye göre Wizard “bilinmeyen”! bilirdi. Böyle bir durum tüm anlayışını aştığı için Guy, bunun birkaç kelimeden ibaret olduğunu düşünüyordu. Siyah boş bir dünya, Dünya Işığı’nın görüntüsünün önünde gelir; Dünya Işığı söndüğünde dünya ölür ve buzlarla kaplanır; sonuç birçok Dünya Işığı olan sayısız çöplük. Hiç kimse bu cümleleri açıklayamıyordu. Mac ise başını sallayarak hayranlık içinde mırıldandı. “İşte tam bana göre bir zekâ!”
Wizard köşesinde oturup boşluğa bakıyordu. Omzuna bir gece kuşu tünemişti. Wizard ara sıra cebinden parçacık halinde bir şeyler çıkarıp kuşun gagasına koyuyor, bunun üzerine kuş bir saniye kadar hareketsiz durduktan sonra boynunu uzatıp parçacığı belli bir güçlükle yiyordu.
Dük devam etti: “Bunlar çok önemli öneriler. Lütfen önerilere dikkatinizi verin. Sen, Boshku dostum, çayı biraz daha sert yap; çünkü biri uyuyor. Uyumayın. Lütfen! Kendinize gelin, dostlar; belki de bugün kaderiniz belirlenecek.” Kalabalık onaylarcasına homurdandı. Beyaz yele gibi saçları olan adam, duvara dayanmış, neredeyse uyuyacakken yerinden kaldırıp konuşmacının yanına oturtuldu.
“Uyumuyordum” diye mırıldandı. “Sadece birkaç kez gözümü kırptım, o kadar. Ama konuşmanızı kısa tutun, yoksa siz sona yaklaştığınızda ben konuşmanın başını unuturum.
“Tamam” dedi Dük. “Öyle yaparım. Askerler bizi güneye, çöle doğru kaydırmaya çalışıyor. Kesinlikle bize ne hoşgörü gösterecek ne de bizimle anlaşma yapacaklardır. Kuzeye giden ailelerden hiçbiri geri dönmedi. Öldüklerine inanıyoruz.
On-on beş yıl içinde hepimizi çöle sürecekler. Bizler de orada açlık ve susuzluktan öleceğiz. Çölde yaşam olduğu söyleniyor. Ben buna inanmıyorum; ancak saygı duyulan birçok lider böyle bir şeyin varlığına inanıyor. Söylenenlere göre çöl sakinleri en az askerler kadar acımasız ve kana susamış kişiler. Biz barışsever insanlar dövüşmeyi bilmeyiz.
Birçoğumuz ölüyor, insanlarımızın sonunu görecek kadar yaşayamıyoruz. Ama biz de insanlarımızı yönetiyoruz, bu yüzden görevimiz sadece kendimizi değil çocuklarımızı da düşünmek.”
“Boshku” dedi daha sonra ona dönerek. “Lütfen sevgili Bay Baker’a bir kupa çay ver. Sanırım uyuyor.”
Baker uyandırıldı ve bir kupa sıcak çay benekli eline yerleştirildi. Dük devam etti.
“Dostumuz Mac, bize bir çıkış yolu önerdi. Bize askerlerden kaçarak geldi. Askerlerden nefret ediyor ve bize onlardan merhamet bekleyemeyeceğimizi söylüyor. Askerler tiranlan tarafından kontrol ediliyor ve bizi yok etmeye azimliler. Başta Mac bizi silahlandırıp savaşta bize önderlik etmek istemişti.
Ancak artık çok zayıf olduğumuz ve savaşamayacağımız konusunda ikna oldu. Böylece çöl sakinleriyle bağlantı kurmamızın daha akılcı olacağına karar verdi. Mac’de onların varlığına inanıyor ve onlarla anlaşıp askerlere karşı savaşmayı düşünüyor. Bizden istenen ne? Bizden üstlendiği görevi onaylamamızı, çöl insanlarının topraklarımızdan geçmesine izin vermemizi ve savaş sırasında onlara yiyecek yardımı yapmamızı istiyor. Dostumuz Mac, kendisine katılmak isteyen istihbarat ajanlarımızın da onunla gitmesine izin vermemizi talep ediyor. Onlara dövüşmeyi öğretip onlarla Mavi Yılan Nehri’ne gidecek ve bir isyanı organize edecek.