Bence en zekice hareket kuzeye gidip tek başına çalışmandır. Wizard’in dediğini hatırla, sen, Mac bir güçsün.
Senin de söylediğin gibi kule ağının bir merkezi olmalı.
Kuzeydeki güç kule ağını kim kontrol ediyorsa onun elinde.
Bu kontrolü sen eline almalısın.”
“Korkarım bu bana göre değil” dedi Maxim yavaşça.
“Nedenini size şimdi söyleyemem; ama bu kesinlikle bana göre değil. Merkezi kontrol etmek istemiyorum. Bir şeyde haklısın. Benim ne burada ne de çölde yapabileceğim bir şey yok. Çöl çok uzak ve burada da güvenecek kimse yok.
Keşfedilmesi gereken çok yer var. Hâlâ Pandeya, Khonti dağları ve Ada İmparatorluğu bir yerlerde. Beyaz denizaltılardan haberiniz var mı? Yok mu? Ama ben ve Guy’ın bundan haberi var. Denizaltıları gören ve onlarla savaşan birini de tanıyoruz. Kısacası Ada İmparatorluğu’nun savaşacak gücü var. Pekâlâ” dedi Maxim yerinden sıçrayarak” Oyalanmak için bir neden yok. Gidelim Guy.” Meydana çıkarak anıtın erimiş kalıntılarının yanı başında durdular. Guy etrafına üzüntüyle baktı. Sarı kalıntılar, sıcak pusun içinde hafifçe hareket edip dalgalanıyorlardı. Hava boğucu olmasına ve her yer kokuşmuş olmasına rağmen, Guy artık bunları önemsemiyordu. Korkunç şehir onun şehri olmuştu. Ormana koşup kendini gizemli pusa teslim ederek çimlere uzanmak, duyduğu her ayak sesinde birinin yaklaştığını hissetmek artık onu rahatsız etmiyordu. İşte tam bu anda Guy küçük odasına dönüp zavallı küçük Tangle’la oynamak istedi. Fişek kutusundan ona söz verdiği düdüğü yapardı.
“Nereye gitmeyi planlıyorsun?” diye sordu Dük ezilmiş ve solmuş şapkasıyla yüzünü tozdan koruyarak.
“Batı’ya” dedi Maxim. “Denize. Buradan çok uzak mı?”
“İki yüz mil kadar uzakta. Dahası zehirlenmiş birçok bölgeden geçmek zorunda kalacaksınız. Bekle, bir fikrim var.” Uzun süre sessiz duran Guy endişeliydi ve yerinde duramıyor bir sağ ayağını bir sol ayağını oynatıyordu. Maxim sabırla bekledi. “Gerçeği söylemek gerekirse uzun zamandır bunu kendim için saklıyordum. Yaşadığımız bu yerde durumun hızla kötüye gittiğini düşünüyordum. Eve uçacaktım, oraya döndüğümde öldürüleceğimi bilsem de… Ama şimdi bunun için çok geç.”
“Bir uçak mı?” diye sordu Maxim umut içinde Dük’e bakarak.
“Evet, Dağ Kartalı. Bu isim sana bir şey ifade ediyor mu?
Hayır, tabii ki hayır. Ya sen genç adam? Sana da bu isim bir şey ifade etmiyor. Dağ Kartalı bir zamanlar çok ünlü bir bombardıman uçağıydı. Majesteleri Prens Kirnu’nun özel bombardıman uçağıydı. Bu yüzden onu sakladım. Önce uçakla yaralıları taşımak istedim; ama çok kalabalıktılar. Tüm yaralılar öldüğünde — Her neyse bu konuya girmeyelim. Uçağı al, dostum ve uzaklara uç. Dünyanın yarısını kat edecek kadar yakıtı var.
“Sağol, Dük” dedi Maxim. “Sana çok minnettarım. Seni hiç unutmayacağım.”
“Benim için endişelenme” dedi yaşlı adam. “Uçağı size kendi iyiliğim için vermiyorum. Eğer yapmaya çalıştığın şeyde başarılı olursan, bu şehrin zavallı insanlarını unutma.”
“Başaracağıma eminim. Başarmalıyım, massaraksh!
Bilinçli ya da bilinçsiz! Hiçbirinizi hiçbir zaman unutmayacağım.”
XVI
Bu, Guy’ın uçakla ilk yolculuğuydu. Aslında hayatında ilk defa uçak görüyordu. Daha önce birçok kez polis heli-kopterleri, askeri kumandanın uçan platformlarını görmüştü.
Bir keresinde havadan taarruz operasyonuna katılmıştı.
Bölüğü bir helikoptere bindirilmiş, taşkın yüzünden isyan eden mahkûm kalabalığının bulunduğu bir yola indirilmişlerdi. O sırada mahkûmlar güçlükle köprüyü geçmeye çalışıyorlardı.
Katıldığı bu hava taarruzu onun için çok kötü bir tecrübe olmuştu. Helikopter çok alçaktan uçmuş, şiddetle sağa sola savrulmuş, bu yüzden de helikopterin içindekiler kendilerini çalkalanıyormuş gibi hissetmişlerdi. Pervanenin sersemleten gürültüsünü, benzin dumanını ve makina yığınının her yere sıçrayışını unutamıyordu.
Oysa şu an gözünün önündeki canavar ne kadar da farklıydı!
Majesteleri’nin özel bombardıman uçağı Guy’ı çok etkilemişti. Kocaman parçalardan oluşan bir makineydi ve Guy uçağın yerden nasıl havalanabileceğini hayal bile edemiyordu. Altın amblemlerle kaplı çizgili gövdesi neredeyse bir blok uzunluktaydı. Tehditkâr ve heybetli bir şekilde boşluğa uzanan devasa kanatlarının altına bir tugay sığınabilirdi.
Kocaman altı pervanenin sivri uçları, bir yandan bir binanın çatısının bulunduğu yüksekliğe uzanırken, diğer yandan da neredeyse zemine değiyordu. Bombardıman uçağı, herbiri insan boyunu birkaç misli aşan uzunlukta olan üç tekerlek üzerinde duruyordu. Tekerleklerden ikisi uçağın ön tarafını, diğeri de uçağın rafa benzer kuyruğunu destekliyordu. Gümüş sicime benzeyen alüminyum merdiven, baş döndürücü yükseklikte bulunan ve parıldayan camla üzeri kapatılmış kokpite uzanıyordu. Uçak eski imparatorluğun gerçek bir sembolüydü. Tüm kıtaya yayılan gücün görkemli tarihinin sembolü… Guy boynunu kaldırdı ve saygıyla karışık korku hissiyle titredi. O anda Mac’in sözleri, bir yıldırım gibi Guy’a çarptı. “Ne külüstür ama! Üzgünüm, Dük kendimi tutamadım.”
“Elimizde sadece bu var” diye cevapladı Dük soğuk bir tavırla. “Gezegenin en iyi bombardıman uçağıdır. Zamanında Majesteleri bu uçakla uçar —”
“Evet, evet, tabii.” Mac konuşmayı kesmek için aceleyle onu onayladı. “Sadece biraz şaşırtıcı.”
Guy kokpite oturdu, coşku içindeydi. Kokpit tamamen camla kaplanmış, içinde pek çok garip alet şaşırtıcı şekilde rahat ve yumuşak koltuklar, kafa karıştıran kollar ve aygıtlar, küçük renkli kablo demetleri ve giyilmeye hazır tuhaf görünüşlü kasklar vardı. Dük aletleri işaret edip kollan dürterek Mac’e bir şeyler açıkladı. Mac boş boş “Evet, evet anladım” diye mırıldanıyordu.
Bombardıman uçağı, ormanın kıyısındaki eski hangardaydı. Hangarın önünde, üzerinde ne çalı ne de tepecik olan uzun, dümdüz grimsi yeşil bir alan vardı. Alanın beş mil kadar ötesinde orman başlıyordu. Beyaz gökyüzü, kokpitten uzanınca dokunulabilecek kadar yakın gözüküyordu. Guy heyecan içinde olduğundan Dük’e veda etmeyi bile güçlükle hatırlamıştı. Dük bir şeyler söyledi, Mac bir espri yaptı ve ikisi de güldü. Sonunda uçağın küçük kapısı kapanmıştı. Guy bir anda koltuğa geniş kayışlarla bağlandığını fark etti. Maxim de yanında, pilot koltuğunda, süratle ve kendinden emin kontrol kollan ve pedallarla oynuyordu.
Alet panelinin üzerindeki tuşlar bir açılıp bir kapanıyor, yanıp sönüyordu. Ardından egzosun çatırtısı ve korkunç gürlemesi duyuldu. Kokpit titredi; her şey çıkan gürültüyle yutuluyordu. Aşağıda, uzaklarda, ufacık görünen Dük elleriyle şapkasını sıkıca tutarak geri çekiliyordu. Guy başını çevirdi ve kocaman pervanelerin sivri uçlarının gözden kaybolarak bulanık devasa halkalara dönüştüklerini gördü. Geniş alan altlarından kaymaya başladı, hızlandılar, hızlandılar. Her şey gözden kayboluyordu, Dük, hangar… Durmak bilmeyen sarsıntı ve korkunç gürültüyle boylu boyunca uzanan alanda hızla ilerliyorlardı. Guy, başını güçlükle çevirerek devasa kanatların sanki düşecekmiş gibi sallandıklarını gördü.