Выбрать главу

Sesleriyse tüyler ürpertici çığlıklar halinde yayılıyor ve biri aniden isterik bir şekilde gülüyordu. Kimisi dans ediyor, bir başkası şarkı söylüyordu. Tam bir tımarhaneydi.

Maxim, pencereden bakmayı bırakıp daracık odasının ortasında kısa bir süre durdu. Kendini zayıf, miskin ve yorgun hissetti. Bozuk fiziksel ve ruhsal durumundan sıyrılmaya kendini zorladı. Ağır tahta iskemleyi kullanarak biraz egzersiz yaptı.

“Bu gidişle formunu kaybedeceksin” diye düşündü.

“Sanırım buna ancak bir ya da birkaç gün dayanabilirim.

Buradan çekip gitmeliyim. Belki de ormanda biraz dolanırım.

Dağlara çıkmak da fena fikir değil. Vahşi harika bir yer. Biraz uzak ama bir gecede oraya ulaşabilirim. Guy onlara ne diyordu? Zartak. Acaba bu o dağların adı mı yoksa onların dilinde dağ anlamına mı geliyor? Boş ver, her neyseler onları aklımdan çıkarmalıyım. On gündür buradayım ve hiçbir ilerleme kaydedemedim.” Odasındaki küçük duş bölmesine sıkışarak girdi ve ağır, yapay yağmur suyuyla vücudunu ovaladı. Duştan akan su gerçek yağmurları kadar mide bulandırıcıydı. Soğuktu fakat aynı zamanda ağır ve yakıcıydı. Duşunu aldıktan sonra steril bir havluyla kurulandı.

Her şey onu rahatsız ediyordu: gözleri kan çanağı gibi uyandığı sabahlar, bu boğucu dünya, içinde bulunduğu aptal durum, çabucak yediği kahvaltı… Bunları düşünerek odasına döndü ve yatağını yaptı. Berbat koku yayan dumanıyla kahvaltı masada onu bekliyordu. Balıksurat pencereye doğru yaklaştı.

“Merhaba” dedi Maxim yerel dilde, “pencere olmalı.”

“Merhaba” diye cevapladı kadın her tarafı vidalarla dolu pencereye dönerken. “Kesinlikle. Yağmur. Kötü.” Maxim “Balıksurat” dedi. Lincos dilinde, gerçek adı Nolu’ydu, fakat Maxim ona bu ismi takmıştı. Suratındaki anlamsız ifade ve kayıtsızlığı ona bu ismi takmasına neden olmuştu.

Ona döndü ve nerdeyse hiç kırpılmayan gözleriyle baktı.

Belki de n’inci kez (o kadar çok olmuştu ki bunu sayamamıştı) parmağıyla burnunun ucuna dokunarak ‘kadın’ dedi. Sonra da Maxim’i gösterdi ve “adam” diye ekledi. Ar-dından sandalyenin arkasına asılmış olan bol atlama giysisini gösterdi.

“Giysiler. Giyilmeli.” Şort yeterli değildi ona göre, bir erkek tepeden tırnağa giyinik olmalıydı.

Maxim giyinirken Balıksurat da onun yatağını yaptı.

(Maxim bu işi kendisinin yapacağı konusunda ısrarcı olma-sına rağmen) Sandalyeyi odanın ortasına doğru itti. Maxim ise onu duvarın dibine koymuştu. Balıksurat Maxim’in her zaman kapattığı kalorifer vanasını ısrarla açıyordu. Sürekli kullandığı “yapmamalısın” sözcüğü ile aynı süreklilikte kullandığı “yapmalısın” sözcüğü, üzerinde kuvvetli bir etki bırakmıştı.

Atlama giysisinin düğmelerini boğazına kadar ilikledikten sonra, Maxim masasına gitti ve iki dişli çatalıyla kahvaltıyı etmeye koyuldu.

Her zamanki diyalog tekrarlandı.

“İstemiyorum. Yememeliyim.”

“Yemelisin. Yemek. Kahvaltı.”

“Kahvaltı istemiyorum. Kötü bir tadı var.”

“Kahvaltı yemelisin. Bu iyi.”

“Balıksurat” dedi Maxim aniden. Lincos dilinde.

“Çok gaddar bir kadınsın. Eğer dünyaya gelseydin, senin sevdiğin yiyeceği bulmak için paçavraya dönmem gerekirdi.”

“Anlamıyorum” dedi boş boş “Balıksurat ne demek?”

Maxim, külçe şeklindeki yağlı yiyeceği tiksinerek yerken bir parça kâğıt alıp bir ayıbalığının cepheden görünümünü çizdi.

Balıksurat resmi dikkatle inceledikten sonra onu önlüğünün cebine koydu. Maxim’in tüm çizimlerine el koyuyor ve onları bir yerlere götürüyordu Maxim bayağı resim çizmişti ve bundan zevk alıyordu. Boş zamanlarında uyuyamadığı gecelerde başka yapacak hiçbir şey yoktu. Böylece insan ve hayvan resimleri, haritalar, şemalar “anatomik kesitler” çiziyordu. Profesör Meyu’nun hipopotama benzer resmini ve Profesör Megu’ya benzer hipopotamları çiziyordu. Lincos dilinin ansiklopedik tablosunu oluşturmuş, makinaların şemalarını çıkarmış ve tarihsel kronoloji çizelgesi hazırlamıştı. Kullandığı bir top kâğıdın hepsini Balıksurat cebe atmıştı. Bu resimlerin hiçbiri de ev sahipleriyle bağlantı kurmasına yaramamıştı. Hippo yani Profesör Megu’nun bu olaya sabit bir bakış açısı vardı ve bunu değiştirmeye hiç mi hiç niyetli değildi.

Lincos dilinin ansiklopedik tablosu onlara Maxim’le bağlantı kurmasında yardım edecekken Hippo bu konuya hiç ilgi göstermemişti.

Doğru, komutasında güçlü bir araştırma aygıtı vardı mentoskopik bir donanım. Maxim, günde 14–16 saat bir sandalye üzerinde teste tabii tutuluyordu. Dahası Hippo’nun mentoskobu (yalan makinesi) çok hassastı. Hafızanın derinliklerine girebiliyor ve onu çok yüksek oranda çözebiliyordu.

Böyle bir donanımla dilini bilmeseler de onu anlayabilirlerdi.

Fakat Hippo mentoskobunu kendine has bir şekilde kullanıyor. Mentogramlarını kesinlikle kimseye göstermiyor ve bu yöndeki önerilere nedense sinirleniyordu. Maxim’in mentogramlarına bakışı da bir garipti. Maxim anılarını düzenlemişti. Böylece yerliler dünyanın sosyal, ekonomik ve kültürel hayatı hakkında öğretici bilgiler edinebilirdi. Fakat bu mentogramlar Hippo’da hiçbir coşku uyandırmıyordu. Acı acı bakıp söyleniyor ve gidip telefon konuşmaları yapıyor ya da asistanlarına rahat vermiyordu. Sürekli olarak kulağa tükürür gibi garip gelen bir kelimeyi tekrarlayıp duruyordu.

“Massarabsh!” Ekranda Maxim’in gemisini ezen buzdan kayaları uçurduğunu, zırhlı bir kurdu paramparça ettiğini ya da alan labaratuvarını sahte ahtapot görünümlü devden kurtardığını gördüğünde hiçbir şey onu mentoskoptan uzaklaştıramıyordu. Domuz gibi bir ses çıkarıyor, sevinç içinde başına bir şaplak atıyor ve bu sırada görüntüleri kaydetmemekte olan yorgun asistanına bağırıyordu. Renk yuvarları halindeki şişlikler, sanki daha önce hiç görmemiş gibi, profesörü kendinden geçiriyordu. Maxim’in gezegen yerlilerine Dünya’nın duygusal hayatı hakkında fikir vermek için bilinçli olarak filmlerden aldığı aşk manzaralarıysa çok hoşuna gidiyordu.

Profesörün bu bilgiler karşısındaki saçma tepkisi Maxim’i gerginleştirmiş, Hippo’nun gerçekten bir profesör mü yoksa sadece gerçek komisyona uzaydan gelen ziyaretçilerle bağlantı kurmalarında yardımcı olan, malzemeleri toplayan basit bir mentoskop mühendisi mi olduğunu merak etti.

Hippo, Savaş ve Barış dizisinin yalnızca çarpışma görün-tüleriyle ilgilenen çocuklar gibi ilkel birine benziyordu. Bu durum Maxim için küçük düşürücüydü. Zira Dünya’yla ilgili sunduğu şeyler çok hafife alınmıştı. Daha fazlasını beklemeye hakkı vardı. Onunla iletişim kurmaya çalışanın çabalarının daha ciddi olması gerekiyordu.

Gezegen, yıldızlararası geçitlerin kesiştiği noktada olduğu için gezegen dışı ziyaretçilerin uğrak yeriydi. Tam anlamıyla bir uğrak yeriydi, bu yüzden komisyonlar bile her yeni olayda toplanmıyordu. Yetkililer sadece gelenleri sorgulamakla yetiniyorlardı. Örneğin Maxim’i bulduklarında uzman olmadıkları belli olan parlak düğmeli insanlar durumunu değerlendirmişler ve hiç zahmete katlanmadan onu yeni bir ziyaretçi olarak bilinen yere göndermişlerdi. Herhalde bazı insansı olmayan varlıklar gezegen yerlileri üzerinde kötü bir izlenim bırakmıştı ki, gezegen dışı her ziyaretçiye kesin ama haklı bulunabilir bir kuşkuyla yaklaşıyorlardı. Bu nedenle, Profesör Hippo’nun mentoskopla tüm bu yaygaraları, yalnızca onu iletişim kurmaya çalışıyor göstermek ve daha yüksek bir otoritenin kaderi hakkında karar vermesini geciktirmek içindi.