Выбрать главу

Yalnız olursam, tek yapabileceğim ilk adımı atmak olur.

Sonrası… Çok az zamanım olacak. Bu yüzden bazıları önceden uyarılmalı ve onları uyarmak istiyorum.”

“Yeraltı kurmaylarını mı kast ediyorsun?” dedi Maxim düşmanca bakışlarla.

“Kesinlikle hayır. Kendi oluşturduğum bir grup var.” Maxim hiçbir şey söylemedi ve yollarına devam ettiler.

Tanıdık beş katlı gri bina, üçgen alınlığı boyunca uzanan taştan duvarlarıyla önlerinde bir karaltı halinde belirdi. İçerideki koridorlarından birinde Balıksurat dolanıp duruyor, öfke içindeki Hippo ise ağzından tükürükler saçarak bağırıyor olmalıydı. Burası Merkez’di. Sanki koskoca bir daire boyunca yürüyüp bulunduğu noktaya dönmüştü.

“Tamam.” Maxim Vepr’in teklifini kabul etti. “Bina girişine yakın bir yerlerde bir telefon kulübesi var. İçeri girdiğim zaman, arabadan çıkıp telefon edebilirsin. Fakat sakın acele etme.”

“Güzel.”

Otoyolun çıkış rampasına yaklaştıklarında, Rada’yla ilgili düşünceler Maxim’in aklından geçti. Geri dönemezse ona neler olacağını merak ediyordu. Kötü anlar geçireceği kesindi.

Belki ona bir şey olmazdı. Belki de onu serbest bırakırlardı.

“Yine de yalnız kalacak. Yanında ne Guy ne de ben olacağım.

Zavallı kız!”

“Bir ailen var mı?” diye sordu Vepr’e.

“Bir karım var.” Maxim dudağını ısırdı.

“İşlerin bu kadar tuhaflaştığına üzgünüm.”

“Unut gitsin, Mac” dedi Vepr soğukkanlılıkla. “Onlara veda ettim. Zaten evden her çıkışımda bunu yaparım. Yani burası Merkez ha! Kim bunu düşünebilirdi ki?”

Maxim arabayı, harap bir kompakt ve lüks bir limuzinin arasına park etti.

“Şey, sanırım başlıyoruz. Bana şans dile Vepr.”

“Hem de tüm kalbimle.” Vepr’in sesi çatallaşmıştı.

“Hep bu günü görmek için yaşadım.” Maxim yanağını direksiyona dayadı.

“Hepimiz bugün için, bu akşamı görmek için yaşadık.” Vepr, Mac’e endişe içinde baktı.

“Oraya gitmek çok zor geliyor, Vepr. Lanet olsun, çok zor!

Bu arada şu söyleyeceğimi hatırla ve dostlarına anlatmayı da sakın unutma. Siz kürenin iç yüzeyinde değil dış yüzeyinde yaşıyorsunuz. Evrende sizinkine benzer birçok küre var.

Kimilerinin insanları sizden daha beter, kimilerininkiyse sizden çok daha iyi koşullarda yaşıyor. Ama şunu söyleyebilirim: Evrendeki hiçbir yerde sizin kadar aptalca yaşamlarını sürdüren birileri daha yok. Buna inanmayacaksın. O zaman cehenneme kadar yolun var. Ben gidiyorum.” Kapıyı açıp dışarı çıktı. Otoparktan çıkıp taş merdivenleri tırmandı.

Basamakları tırmanırken elini cebine attı. İşte savcının sahtesini yaptığı binaya giriş kartı oradaydı. Cebini karıştırmaya devam etti. İki kart daha vardı. Biri savcının çaldığı geçiş kartıydı. Diğeriyse savcının ne taklidini yapabileceği ne de çalabileceği düz, pembe mukavvadan diğer bir çıkış kartıydı. Hava sıcaktı ve gezegenin geçit vermez göğü alüminyum gibi parıldıyordu. Her attığı adımda sanki tabanları yanıyordu. Ne anlamsız bir risk! “Doğru dürüst hazırlanmadan, neden bu lanet olası işe girişiyorum ki? Ya şu küçük odada bir değil de iki, hatta üç nöbetçi beni silahlarıyla bekliyorsa? Yüzbaşı Chachu bir tabanca kullanmıştı; ancak bu sefer daha fazla kurşun üzerine yağacaktı. O zaman bile daha iyi durumdaydım ve Yüzbaşı neredeyse işimi bitiriyordu.

Bu sefer ellerinden kurtulmama izin vermezler. Ben bir çılgınım. Bir çılgındım ve hâlâ öyleyim. Savcı kesinlikle beni avladı. Ama bana nasıl güvendi? Bunu anlamıyorum. Ah, tüm bunlardan kaçıp dağlara koşmak, o saf, taze dağ havasını solumak ne kadar güzel olurdu. Onlara ulaşmayı asla başaramadım. Savcı gibi zeki ve kimseye güvenmeyen biri bile, bana güvenip en değerli sırrını bana açtı! Bu sır kesinlikle onun dünyasının en üst hâzinesi!”.

Camdan bir kapıyı açarak kapıda duran lejyonere giriş kartını uzattı. Lobiyi geçip geçiş izinlerini damgalayan gözlüklü kıza doğru yürüdü. Sonra sıra telefonda birilerini lanetleyen yöneticinin yanına gitmeye gelmişti. Binaya giriş iznini koridor girişinde duran diğer lejyonere gösterdi.

Lejyoner karşısındaki tanıdık kişiye dostça başını salladı. Ne de olsa Mac son üç günde burayı her gün ziyaret etmişti.

Yürümeye devam etti. Uzun, kapısız koridoru geride bırakıp sola döndü. Bu koridora ikinci gelişiydi. Dün buraya yanlışlıkla girmişti. Ona “Hangi odayı arıyorsunuz, efendim?” diye sormuşlar. O da “16. oda onbaşı” diye cevap vermiş.

Onbaşı ona “Yanlış koridordasınız, efendim. 16. oda bir sonraki koridorda” demişti. O da onbaşıdan özür dileyip ona teşekkür etmişti.

Onbaşıya geçiş kartını gösterip kapının diğer yanında, tam karşısında dimdik ayakta duran, iri yarı, hafif makinalı tüfekli lejyonere gözünün ucuyla baktı. Sonra birkaç saniye içinde geçeceği diğer kapıya baktı. “Özel Nakil Departmanı.” Onbaşı dikkatle kartı inceleyip duvardaki bir düğmeye bastı. Kapının arkasında bir zil çaldı. “Şimdi yeşil perdeler arkasındaki nöbetçi uyarılmıştır. Belki de iki hatta üç kişilerdir. Benim içeri girmemi bekliyorlar. Eğer irkilip onları korkutursam, şu onbaşının ve diğer kapıyı koruyan lejyonerlere doğru koşacağım. Büyük ihtimalle birazdan oda askerlerle dolu olacak.”

Onbaşı geçiş kartına tekrar bakarak. “Lütfen belgelerinizi hazırlayın” dedi.

Pembe mukavva kartla kapıyı açtı ve içeri girdi.

Massaraksh! Burası tek bir oda değil, sıra halinde üç odadan oluşan geniş bir yerdi. En uçtaki kapı yeşil perdeyle örtülüydü. Ayağının altındaki uzun halı, yeşil perdelere kadar uzanıyordu ve en az otuz metre boyundaydı.

Kötü haberler devam ediyordu. Karşısındaki nöbetçi sayısı ne iki ne de üçtü. İçeride tam altı kişi vardı.

İlk odanın kapısında gri ordu giysili iki asker vardı. Silahlarını çoktan Mac’e doğru çevirmişlerdi bile. İkinci odanın kapısındaki siyah giysili iki lejyoner silahlarını ona doğrulmuş olmasalar da buna her an hazırdılar. Yeşil perdeyle örtülmüş üçüncü kapının her iki yanında ise iki sivil dikiliyordu.

Biri başını başka yöne çevirdiği an: “Tam sırası, Mac” dedi kendi kendine.

İnsanüstü bir sıçrayışla ileri atıldı. Saniyenin onda biri kadar bir sürede tendonunun bu sıçrayışa dayanıp dayana-mayacağından endişe ederken, hava suratına vurmaya başlamıştı bile.

“İşte yeşil perdeler.”

“Soldaki sivil öbür tarafa bakıyor. Şimdi boynuna bir darbe vurmanın tam sırası. Sağdaki gözlerini kırptı. Donup kaldı, çok şaşırdı galiba. Şimdi onu iyice pataklayabilirsin. Sonra da asansöre koş. Asansörün içi karanlık. Nerede şu düğme?

Massaraksh, nerede?” Bir hafif makineli tüfek ateşlendi. Derken bir İkincisi ona katıldı.

“Hâlâ kapıdan, beni ilk gördükleri yerden ateş ediyorlar.

Henüz neler olduğunu anlayamadılar. Ateş etmeleri tamamen refleks.”

“Lanet olası düğme neredesin? Massaraksh işte burada.

Tam da olması gerektiği yerde.”

Düğmeye bastığında asansör kabini aşağı inmeye başladı.

Bindiği asansör bir ekspers asansör olduğundan kabin hızlı hareket ediyordu. Ayağı acımaya başladı. “Bileğimi burkmuş olmalıyım, unut gitsin. Şu an için bu o kadar önemli değil.

Massaraksh aralarından geçmeyi başardım.” Asansör kabini durduğunda Maxim dışarı fırladı. Kabin büyük bir gürültüyle durup asansörün zili çaldığında, yukarıdan kurşunlar yağmur yağmaya başladı. Üç kişi kabinin tavanına ateş ediyordu.